Hayatın içinde mükemmel olmaya çalışmak, güçlü kudretli bilgili olarak başkalarına üstün olmak ve diğerlerini yetersizlikleri nedeniyle hor görmek: işte zavallı tutumun özeti. İnsanların arasında Kardeşlik Yasası’nın kırılması, egemenlik ve buyurma isteği bir zehirdir, o zehirden tadanlar ve bu zehre bağımlı olanlar ruhsal yoksulluklarının da temelini atarlar.

Bu ilişkiyi ve bu hedefin açmazını bizzat hayatıyla ve eylemleriyle Tolstoy yaşamış ve anlatmıştır.

“Şimdi geçmişe dönüp baktığımda hayvan içgüdülerinin dışında yaşamımı etkileyen, sahip olduğum tek gerçek inancın mükemmeliyete duyduğum inanç olduğunu… görüyorum. Fikri mükemmeliyete ulaşmaya çalıştım; hayatın bana sunduğu her şeyi elimden geldiğince araştırıp öğrendim. İrademi geliştirmeye çalıştım ve kendim için takip etmeye gayret gösterdiğim kurallar oluşturdum. Kuvveti ve beceriyi geliştiren bütün alıştırmaları yaparak ve tahammül ile sabır konusunda özbenliği terbiye eden bütün zorluklardan geçerek fiziki mükemmeliyet için uğraştım... Başlangıç noktasını elbette manevi mükemmeliyet oluşturuyordu. Ancak bu, kısa sürede yerini geniş kapsamlı bir mükemmeliyete olan inanca bıraktı. Yani asıl önemli olan şey, kendi görüşüme göre ya da Tanrı’nın nezdinde daha iyi olma arzusundan ziyade diğer insanların gözünde daha iyi olma arzusuydu. Böylece diğer insanların gözünde daha iyi olma çabası çok kısa sürede yerini diğer insanlardan daha güçlü; başka bir deyişle daha ünlü, daha önemli, daha zengin olma isteğine bıraktı.” (İtiraflarım, 17)

Paradoks net: Tanrı’nın huzurunda değil, diğer insanların gözünde daha iyi olma arzusu. Böylelikle kendi vicdanının önünde, kendi ruhunun derinliklerinde değil, ahlaki düzlemde değil, tam tersine diğer insanların gözünde, yani özde değil, biçimde, manevi değil, bizzat somut hiyerarşik ilişkilerin içinde... Manevinin yerini ise fiziksel ve varlık açısından daha üstün olma arzusu ve çabası; karşımıza ne çıkıyor, Üstünlükte manevi olandan maddi olana geçiş. Kısacası materyalizm ve idealizm arasındaki ayrışmayı bir aristokrat ve edip olan Tolstoy gençlik yıllarında bu şekilde soyutlamış, özetlemiş, hedefleştirmiş ve pratiğe dökmüştür.

Ama yaş kemale erince, fiziksel ve madde anlamındaki bu üstünlüğün hiçliğini ve değersizliğini vicdan, süper-ego kişiye hatırlatıyor. Vicdan insanın kusurlarını, erdemlerini ve zaaflarını en iyi bilendir. Maddi ‘Üstünlüğün’ kifayetsiz olduğunu varlığa hatırlatıyor. Gerisi çok enteresan bir hikâye;

“Bütün kalbimle iyi olmayı istedim ama gençtim, tutkularım vardı ve iyi olanın peşine düştüğümde kelimenin tam anlamıyla yalnız kaldım. Ne zaman manevi anlamda iyi olma yönünde en içten dileklerimi ifade etmeye çalışsam karşımda aşağılama ve istihza buldum. [Kimden? Kendi aristokrat, yazar çevresinden, Rus soylularının Batı’yı yücelten ve kendilerini onun bir parçası sayan ve halkı küçük gören kesiminden. Tersi ne? Mujikler! Ne zaman onlara yardım etse, onlarla sohbete dalsa, büyük bir sevgi, minnet ve saygı gördü!] Kötü tutkulara boyun eğdiğim anda ise takdir gördüm ve cesaretlendirildim. Hırs, güç, kişisel menfaat, zamparalık, kibir, öfke, intikam… Tüm bunlar bir hayli saygı görüyordu. Kendimi bu tutkulara bıraktığımda büyüklerim gibi oldum; benden hoşnut olduklarını hissettim” [Kimler gibi olmuş? Büyükleri kim? Ait olduğu eğitimli, halkını küçük gören ve halkını sömüren aristokrat kesimi, kısaca çarın sarayındaki balolarda boy gösterenler. Bundan yaklaşık 150 yıl sonra, Türkiye’den bir aklıevvel profesör aklına estikçe marksizme laf atıp, Türkiye’nin geri kalmışlığını aristokrasinin yokluğuna bağladığında insanın saydırası geliyor!]