Salgın dayanışmanın önemini bir kez daha hatırlattı. Uruguay’ın eski Devlet Başkanı Jose Mujica, “Şu anda yaşadığımız kriz tam olarak bundan kaynaklanıyor. Baskın ideoloji, herkesin dünyayla tek başına mücadele etmesi gerektiğini, kimsenin kimseye sahip çıkmayacağını söylüyor ama biz birbirimize muhtacız” diyor.

Hayatın devamı için örgütlenelim

Luis Curbelo

Uruguay’da 2010-2015 yılları arasında devlet başkanlığı yapan solcu Jose Mujica, salgının başından beri Montevideo şehrinin 11 kilometre dışındaki Rincon del Cerro kasabasında izole bir yaşam sürüyor. Equal Times gazetesi ile uzun bir sohbete oturdu ve hepimizi ilgilendiren birçok konuya dair görüşlerini paylaştı. Mujica’ya göre salgın, varlıklı ülkelerin bencilliğini dışa vurdu ve dayanışmanın eksikliğini gözler önüne serdi. Servetin ve gücün tepede toplanmasına tepki duyan orta sınıfın, giderek tutucu politikalara yöneldiğinden söz ediyor. Koronavirüs aşıları konusunun giderek siyasileştiğinden söz ediyor.

Sosyal medyayı ve toplumda kişilerin kimliklerini dışa vurum şekillerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce bu demokrasiyi nasıl etkiliyor?
Dijital medeniyetin birçok meziyeti var, çünkü embesil olsanız bile cebinizde kütüphane ile geziyorsunuz. Tabii aynı dijital medeniyet, tanıklık ettiğimiz akıl almaz aptallıkları da besleyen şey. Bu yönüyle başlı başına bir felaket sayılmaz, fakat kötü niyetli insanları ya da insanların profiline göre onların hangi bilgiyi alacağına karar veren, bunda giderek başarılı hale gelen teknolojileri düşündüğümüzde iş değişiyor. Yapay zeka toplumun her ferdine parçalara bölünmüş ve kişiselleştirilmiş bilgiler sunuyor.

İnsanların bu şekilde bilinçaltına inebilecek bir mekanizmayı en beter diktatörler bile hayal edemezdi. İşin kötüsü bu teknoloji, hizmetlerini satma derdinde olan özel şirketlerin elinde. Bu da temsili demokraside gerçek bir zafiyet yaratıyor, çözümün ne olduğunu ise bilmiyorum. Hepimizin kafasını karıştıran, en temel konuların ise üstünü örten aşırı-bilgi kaynakları ile yaşıyoruz.

ABD’de Donald Trump ya da Brezilya’da Jair Bolsonaro gibi siyasi figürlerin yükselişinde bu aşırı-bilgi kaynaklarının ve dışa vurum meselesinin etkisi mi var?
Dünyanın Trump’larının ve Bolsonaro’larının yükselişinde bu olguların katkısı olduğu şüphesiz fakat bu yaklaşım siyasetin rolünü görmezden geliyor ve her şeyin birbiriyle aynı olduğu, siyasetin hiçbir kıymeti olmadığı yönünde şüpheci fikirler doğuruyor. Dahası, zaruri ve doğal koşullarımızı yitiriyoruz. Antropolojik açıdan değerlendirirsek, insanlar sosyal varlıklardır ve toplum olmadan yaşayamazlar. Yalnızca çiftleşmek için bir araya gelip, sonra kendi yoluna giden hayvanlar gibi değiliz. 150 bin yıldır gruplar halinde yaşıyoruz. Bireyler yaşam kaynakları için topluluklara bel bağlıyorlar. Bu da tabii bazı çatışma durumları doğuruyor ve siyasetin amacı bu çatışma durumlarına en iyi çözümü bulmak.

Şu an yaşadığımız kriz de tam olarak bundan kaynaklanıyor. Dünyada baskın görünen ideoloji, herkesin dünyayla tek başına mücadele etmesi gerektiğini, kimsenin kimseye sahip çıkmayacağını söylüyor. Bu da bencilliğin katlanarak artmasına sebep oluyor. Aristocu düşüncenin ‘insan politik bir farklıktır’ yaklaşımına katılıyorum. İnsanın topluma, topluluğa ihtiyacı vardır. Fakat kendini geriye çektiğinde, güvenini yitirdiğinde tüm toplumu zehirleyen düşüncelere kapılır. Birçok dostum ve yoldaşım olabilir ama kalp krizi geçirirsem ihtiyacım olan şey kardiyologdur. Arabam bozulursa tamircidir, evim yıkılırsa taş ustasıdır… Bunları bana kim sağlıyor? Toplum sağlıyor. Birbirimize muhtacız. Bu çok kıymetli olsa da bunun farkında değiliz.

ABD başkanının kendini Beyaz Saray’da abluka altında bulacağını, şiddet eylemleriyle ve darbe girişimiyle karşı karşıya kalacağını hiç düşünür müydünüz?
Bir de bu başkanın kendi psikolojisine bakmalı, değil mi? Her halükarda, gerçek problem Trump değil, ona destek veren insanlar. Her bakımdan olumsuz bir mesajın peşine onca insanın takılması inanılmaz. Asıl kötü olan bu. Tarihten hiç ders çıkarmadığımızı görmek hayret verici. Nihayetinde Hitler ve Mussolini’yi de insanlar seçmişti.

Toplum asla yanılmaz yaklaşımı da göreceli. Toplum yanılabilir ve bunun gerçek neticeleri olur. Toplumsal örgütler bu yüzden önemlidir. Birlikte yaşamamızı sağlayan düzenin koruyucusu ve güvencesi bu örgütlerdir. Örgütlü yaşam etkisini yitirdiğinde insanlar kendilerini temsil edecek farklı kolektifler arıyorlar. Fark etmeseler de yerine Barcelona ya da Real Madrid gibi futbol takımları da koyabilirler, onları temsil eden başka bir şeyi de. Toplumsal örgütlerin, sendikaların, vs. güçlü olması bu yüzden önemli. İnsanlar kendilerini özgürce ifade edebilirler. Bu da bireysel acıların üstesinden gelmeye yardımcı olur.

Bu bağlamda, siyasete atılan ve ülkelerinde başkanlık koltuğuna oturan zengin iş adamlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Siyasetin kendine özgü bir dili var. Güçlü iş adamlarının siyasete atılması kendi içinde bir sorun sayılmaz. Sorun, bu insanların dünyayı kendi bakış açılarına göre değerlendirme eğilimi. Halbuki toplum çok daha karmaşıktır. Siyaset bir meslek değildir. Siyaset bir tutku ya da bir adanmışlıktır. Güç arzusuyla yaşayanlar, mutluluğu için servet biriktirme ihtiyacı duyanlar siyaseti tehlikeye sokuyorlar. Kötü insanlar oldukları için değil, bu insanların bazıları müthiş meziyetlere sahip. Fakat meziyetlerini zenginleşmeye ve servet biriktirmeye adıyorlar. Siyasi ve ekonomik gücün tek elde toplanması demokrasiyi tehdit ediyor.

Dünyada aşı dağıtımında yaşananları, bu konunun siyasileşmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Aşısına isim arayan Putin’in aklına Sputnik’ten başka bir şey gelmedi. Konuyu gereksiz yere siyasileştirdi. Neticede en son aşılananlar yoksullar olacak. Bu anlamda Güney Amerika’nın bulunduğu nokta da üzücü. Burada Afrika’nın yoksul ülkelerinden dahi öğrenmemiz gereken derseler var. Afrika Birliği 230 milyon aşı satın aldı. Farklı dilleri konuşan 52 ülke bir araya geldi ve mutabakata vardı. Biz Güney Amerikalılar hepimiz aynı dili konuşuyoruz fakat ortak pazarlık gücü elde edip aşı satın alamamış olmamız utanç verici.

Salgın toplumlara ayna tutuyor, gerçekte kim olduğumuzu gösteriyor. Dayanışma, insan hakları ve bunlar gibi değerler çok güzel fakat yumurta kapıya dayandığında herkes kendi başının çaresine bakmaya çalışıyor.

Dünyadaki devasa toplumsal adaletsizliğin çözümü var mı?
1985-1990 yılları arasında gelir dağılımı bütün dünyada bozuldu. Güney Amerika’da salgın esnasında bile her iki-üç günde bir yeni bir milyarderimiz oldu. Bankalar da hep kazanıyor. Kaynakların giderek arttığı bir dünyada yaşıyoruz fakat gelir adaletsizliği de bununla beraber artıyor. Siyaset açısından çok tehlikeli bir durum çünkü servetin tek elde toplanması, gücün de tek elde toplanması anlamına geliyor. 1980 ve 1914 yıllarında gördüğümüz radikal zenginleşmenin bir benzerini yaşıyoruz.

Gelir paylaşımını düzenlemek için vergi politikası önemli bir araç. Çok kazanan, çok vergi ödemeli. Avrupa’da 1960’lı ve 1970’li yıllara baktığımızda vergilerin çok daha yüksek olduğunu görüyoruz. Fakat sonrasında yaşanan gerilemeler konusunda insanlar bilgi sahibi değil. Para politikasında resmen muhafazakar devrim yaşandı. Verginin çoğunu, az kazananlar ödüyor. Hükümetler en büyük geliri katma değer vergisinden ediniyorlar. Orantısal olarak yoksulların daha çok KDV ödediğini biliyoruz. Toplumda gelir paylaşımında adalet konusunda belirleyici olan vergi meselesi olacak.

Refah devleti dediğimiz olgunun merkezinde eğitim, sağlık, vb. temel hizmetler yer alıyor. Bunların maliyetlerinin bir şekilde karşılanması gerek, bunlar Tanrı’nın lütfu değil. Modern tarihimizde en adil ülkenin, 1980’ler İsveç’i olduğu söylenir. İsveç’in çok sıkı bir vergi politikası vardı ve temel hizmetlerini bu sayede geliştirdi. Temel hizmetlerden en çok kim faydalanıyor? Toplumun en kırılgan kesimleri. Biz ise bugünlerde sürekli kamu harcamalarının kısılması gerektiğinden söz ediyoruz.

Bu noktada orta sınıfa nasıl bir sorumluluk düşüyor?
Orta sınıf da servetin ve gücün tepede toplanmasından rahatsız. Neticede onlar da gerici fikirlere yöneliyorlar. Trump gibi bir liderin seçilmesi de bu yüzden. Öfkeli orta sınıf kapana kısılmış ve genişleme şansı bulamıyor. Trump’ı Beyaz Saray’a taşıyan buydu. Detroit’teki bir sendika lideri şöyle demişti: Alım gücü olarak dedemin 30 sene önce kazandığı parayı kazanıyorum. Bu durum müthiş bir toplumsal gerilim yaratıyor. İnsanlar güce karşı oy veriyor, düzen karşıtı oy kullanıyorlar. Neye oy verdiklerini bilmeseler de, neye karşı oy verdiklerini biliyorlar. Bunu ABD’de de gördük, Macron örneğinde Fransa’da da gördük. Macron nereden geldiği belirsiz bir liderdi, eski partileri yerle bir etti ama sonra bir baktık sarı yelekliler sokakları ateşe veriyor. Meksika Lopez Obrador’u seçerek mi solcu oldu sanıyorsunuz? Hayır! İnsanlar ülkeyi 70 sene yöneten Kurumsal Devrimci Parti’ye karşı oy kullandılar. Aynı şeyi Brezilya’da Bolsonaro ile görüyoruz. Bunlar dünyada refahın tepede toplanmasına tepki duyan orta sınıfın düzen karşıtı tavrının yansıması ve yaşananlar gerçekten tehlikeli.

Çeviren: Fatih Kıyman
Kaynak: Equal Times