Siz hayatı nasıl okuyorsunuz? Bir Joyce anlatısı okur gibi mi yoksa bir Dumas anlatısı gibi mi? Umberto Eco genel eğilimin Dumas anlatısı yönünde olacağını söylüyor. Haklı; hayatı birbiri ardı sıra gelen can sıkıcı  şeyler olarak algılamak yerine, büyük kurmacaların anlam yaratan birliğine sığınıyoruz. Hayatın eğretiliğine, gelip geçiciliğine yönelik tavrımız genelde onu anlamlı bütünlükler halinde paketlemektir, kurmaca metinler bize hazır anlam paketleri sunuyor ve yaşamın ayrıntılarına boğulmuş minör anlatılar yerine majör kurmacaları yeğliyoruz. Gelip geçici, bir görünüp bir kaybolan görüntülerle, ıvır zıvır şeylerle uğraşmak, akışın çalkantılı sularına kaptırmaktır kendimizi; bir an önce akışın dışına çıkacağımız ve bütünün birliğini görebileceğimiz, zaman dışı bir kıyı arar gözlerimiz. Böyle bir kıyı var mı gerçekten?

Marc Chagall, 1930-1939 tarihleri arasında yaptığı resimle bu soruyu yanıtlıyordu: “Zaman, kıyısı olmayan bir nehirdir.” Akışın dışına çıkmaya çabalamakla, üzerine basacağımız sabit bir platform aramakla beyhude geçer ömrümüz. Zira deprem sayesinde, üzerine bastığımız zeminin de akışkan olduğunu hatırlarız zaman zaman.  Darwin’in 20 Şubat 1835’de Şili’de yaşadığı deneyim tam da bu sıvılaşan kıyıdan söz ediyordu: “Kötü bir deprem en köklü kavramları alt üst edebiliyor. Sağlamlığın simgesi olan toprak, tıpkı bir sıvı üzerinde yüzen bir kabuk gibi ayaklarımızın altından kaydı.” Bu akışkan yeryüzününün farkına daha 1700lerde varılmıştı oysa. Büyük anlatıların yanı başında minör anlatıların ortaya çıktığı bir yüzyıldır 18. yüzyıl. Kıyının katı olmadığını, sıvılaştığı fark eden sanatçılar gündelik yaşamın ayrıntılarına yöneldiler. 20. yüzyılda Joyce’un yazında yaptığını, 18. yüzyıl ressamları gündelik olanı, geçici olanı resmederek gerçekleştirmişlerdi.

Her şeyi kuşatan, olmuş bitmiş, zaman dışı bir hakikati değil de gelip geçiciliğin hüküm sürdüğü gündelik hayatı gösteren resimler on sekizinci yüzyılda yaygınlaşmaya başlıyor. Büyük anlatılardan minör anlatılara doğru bir yönelişe tanıklık ediyoruz bu yüzyılda. Daha doğrusu, mükemmel form arayışı, farklılaşmanın, ayrışmanın ve bireyleşmenin gücüne vurgu yapan bir doğa anlayışına bırakır yerini. Kıyısı olmayan dinamik, çalkantılı, akış halindeki bir doğa anlayışına. Akış halindeki maddenin kılıktan kılığa girerek çeşitlendiği bir yayılma olarak yeryüzü belirir önümüzde. Artık ideal form değil, tüm tekil özellikleriyle birey gündemde olacaktır. Doğanın ideal formlar değil, durmadan farklar ve bireysel nüanslar yarattığının ayırdına varılır. Yaşam, farklılaştırıcı gücün dışa vurumudur. Örneğin dönemin filozofu Diderot açısından doğanın yaratıcı gücünden daha üstün bir başka yaratıcı güç  yoktur.

Jean Starobinski Özgürlüğün İcadı ve Aklın Amblemleri kitabında on sekizinci yüzyıl ressamının arzusunun anı yakalamak, kaçıp giden anı hissedilir kılmak olduğunu vurguluyor (Metis Yayınları, 2012).  Kaçıp giden ânı, gelip geçici olanı yakalamak, ne yazık ki eski araçlarla mümkün olmuyor, yeni araçlara gerek duyuyor sanatçı. Fırça ve yağlı boya ânı yakalamak için çok hantal kaldığı için terk edilir.  Her ân farklı bir yüzünü bize gösteren nesneyle baş edebilmek için ressam el çabukluğuyla kaleme, guvaşa, kömürkalemine ya da suluboyaya sarılır. Akıp giden ânı, keskin bakışıyla eskizler halinde yakalar sanatçı.  Sürekli devinen nesnelerden oluşmuş bir dünyada ân ancak eskiz olarak askıya alınabilinir. Bize eksikliği, tamamlanmamışlığı hatırlatır hep bu eskizler. Mükemmel bir form arayışından ya da büyük bir anlatı olarak kompozisyonlar kurmaktan vazgeçer sanatçı.

Sözde sağlam bir zemine kök salmak arzusuyla yeryüzüne temeller atan, hiyerarşik büyük kompozisyonlar kuran büyük anlatıların hemen yanı başında yaşamı akışkanlığıyla kavrayarak gelip geçici olanı eskizlerle askıda tutan anlayışların da olduğunu hatırlatan bir sergi açıldı geçen hafta Tophane MARS’da. Pınar Öğrenci’nin küratörlüğünü yaptığı “temel-siz” başlığını taşıyan sergiye, sanatçılar Jelle Clarisse, Antonio Cosentino, Can Aytekin ve Mustafa Pancar resimleri, desenleri, eskizleri, kolajları ve üç boyutlu işleriyle katılıyorlar. Sıvılaşan yeryüzünde başka türlü yapıların kurulabilmesi için iktidarın, otoritenin dışında başka bir mimarlığın peşinde olan Lebbeus Woods’u akla getiriyor temel-siz sergisi ister istemez. Hiyerarşik kentler yerine, çokluğu barındıran heterarşik kentler öneren Woods, tepesinde otoritenin bulunduğu toplumsal piramidi bozarak, monololoğun yerini diyaloğun aldığı aykırı bir düzenin, sürekli değişimin yaşandığı, öncesi ve sonrası belli olmayan eğreti kentler tasarlar. Merkezi olmayan anarşik kentler. Pınar Öğrenci de kaleme aldığı sergi metninde kendini temellere yaslayan yerleşik yapının inşacı tavrına karşı duruşuyla farklı bir mimarlığı duyumsatıyor bize. Fırça ve yağlı boyayla katı hiyerarşik kompozisyonlar kurmak yerine, yaşamın akışkanlığını yansıtan eskizleri yeğleyen bir mimarlığı.

Not: Tophane MARS’taki temel-siz sergisi 19 Ocak 2013’e dek izlenebilir.