İnternet dizilerinin izlendiği platformlara bakınca, korku, cinayet, gerilim dizileri ya da belgesellerinden geçilmiyor ortalık. Bu durum ile pandemi döneminde halkın kredi kartı borcunun milyarlarca dolar artmış olması arasında bir ilişki kurulabilir. Geleceğe dair güven azalmışsa, toplumsal simgeler ve bağlar çözülmüşse, çeşit çeşit korku her benliğe sızmış ve tüketim toplumunun neden olduğu tecrit edilmişlik hissi güçlenmişse… Ama asıl korku, Bauman’ın ‘Akışkan Korku’da yazdığı gibi, sisteme dair gerçekleşmesi beklenen korkular: “Elektrik şebekelerinin iflas ettiği, petrol musluklarının kuruduğu, borsaların çöktüğü, bütün güçlü şirketlerin insanın olağan kabul ettiği düzinelerce hizmetle ve insanın sapasağlam olduğuna inandığı binlerce işle birlikte ortadan kaybolduğu, jetlerin bin bir emniyet cihazı ve yüzlerce yolcusuyla birlikte düştüğü, piyasa kaprislerinin en kıymetli ve imrenilen mülk-leri değersizleştirdiği ve tedbirliyi de tedbirsizi de aynı şekilde kahretmeye hazır olan hayal edilir edilmez başka felaketlerin mayalandığı…”

TRIER’İN SEZGİSİ

Lars von Trier’i seversiniz ya da sevmezseniz, ama güçlü sanatçı sezgileri olan bir sinemacı olduğundan eminim. ‘Melancholia’, tam da bu korkularla ilgili bir filmdi, dünyanın kıyamet öncesi ânına odaklanıp kişilerde neden olduğu ruhsal durumları ele almıştı. Aslında sezgisel olarak, bu çağ insanının, sanki kıyamet yaklaşıyormuşçasına hangi psikolojik hilelere başvurarak yaşamaya çalıştığını gözler önüne seriyordu. Sonraki filmlerinde de benzer konular seçmişti, cinsellik ve arzularla ilgili ‘Nymphomaniac’ ve bir seri katil hikâyesi ‘The House That Jack Built’…

DERE KENARINDA

Pandemi, bütün bu korkuların buluştuğu küresel çapta bir kıyamet provası olmuştu. Pandeminin ilk günlerini, ilk karantina ilan edildiği zamanlardaki ruh halinizi hatırlayın; tıpkı Trier’in filmindeki gibi, felaketi arzuluyormuşçasına sevinç ve heyecana kapılanlar, tam tersine dünyanın sonunun geldiğini düşünüp panik atak yaşayanlar, evine makarna ve tuvalet kâğıdı stoğu yapanlar, bilime sonuna kadar güvenenler, uzmanlar ne söylerse söylesin ardında komplo teorileri arayanlar, neler neler… Trier, sezgisel olarak gerçekte ne durumda olduğumuzu başka sanatçılar gibi hissedip yansıtmıştı yıllar önce. Ama çoğumuz nasıl o filmleri izleyemeyecek kadar bunalıyorsak, gündelik hayatın içinde ve kendi kendimize kaldığımızda da bir bunalmışlık hissiyle korkularımızdan kaçmanın yollarını arıyoruz. Ama o korkular, bastırdığımız sürece bir yere gitmiyorlar, ta ki beklediğimiz o felaketlerden biri karşımıza çıkana kadar. Kastamonu Bozkurt’taki sel felaketi örneğin… Şu an Türkiye’deki sistem, dere kenarına yapılmış bir bina gibi… Günü kurtarmaya yönelik politikalarla ancak bu kadar olur.

KATİL KATİLLER

Yazının başındaki tespite dönecek olursak, internet dizilerinin izlendiği platformlardaki korku, cinayet, gerilim dizileri ve filmlerindeki artış, Bauman’ın Craig Brown’dan alıntıladığı şu paragrafla açıklanabilir belki: “Her yerde küresel ısınmada artış vardı. Her gün katil virüsler, katil dalgalar, katil ilaçlar, katil buzdağları, katil etler, katil aşılar, katil katiller ve olası başka doğrudan ölüm nedenleriyle ilgili yeni küresel ikazlar vardı. İlk başta bu küresel ikazlar korkutucuydu ama bir süre sonra insanlar bunlardan hoşlanmaya başladı.”

İnsanlar, nasıl olur da bütün bunlardan hoşlanır hale geldi? Geçen yazımda da bahsettiğim gibi, ölümü yenme duygusu… Bütün bu aşı görünümünde, virüs görünümünde, et ya da ilaç görünümünde ‘katillere’ rağmen, hayatta kalabiliyor olmak, en azından şimdilik… ‘Squid Game’ dizisinin verdiği o bunaltıcı zevk de buydu, her şeye rağmen baş karakter bu defa hayatta kalacak mıydı? Bütün bu cinayet ve korku dizilerinden alınan haz, bilinçdışı bastırdığımız korkular ve suçluluk duygularının üstesinden gelme çabasıyla açıklanabilir. Hayatta kalmak ile yaşamak, aynı şey değil.