Haydarpaşa Garı:  Bir gardan daha fazlası

ALTAY ÖKTEM

Haydarpaşa Garı, yüz yılı aşkın bir süredir sadece İstanbul’u Anadolu’ya bağlayan demir rayların buluşma noktası değil, milyonlarca el sallayışın, sımsıkı sarılmaların, ayrılığın, buluşmanın, hüznün, neşenin, gözyaşlarının buluştuğu bir simge, toplumsal belleği canlı tutan en önemli yapılardan biridir.

Bir toplumun toplum olmasını sağlayan dil birliği, din birliği, toprak birliği gibi özellikleri bir tarafa bırakalım… Belki de hepsini birden kapsayan şey, ortak toplumsal bellektir. Ortak bellek yok edildiğinde, istediğiniz kadar aynı dili konuşun, aynı topraklarda yaşamaya devam edin, kendi topraklarınızda mülteci olursunuz. Bazı bakımlardan, başka bir ülkeye göç etmek zorunda kalmaktan bile daha acıdır bu. Kökleriniz sökülmüş, dallarınız kırılmış, üzerinde yaşadığınız topraklar başka bir anlayışa göre yeniden dizayn edilmiş, hem kendi geçmişinizle hem toplumun geçmişiyle aranızdaki bağ kopartılmıştır. Yabancılaşma kaçınılmazdır.

Toplumun hafıza kartını sıfırlamak isteyen bir güç, iş makineleriyle saldırıyor, bizim biz olmamızı sağlayan simge yapıları yıkıyor, satıyor, olmadı dönüştürüyor. Hepimiz biliyoruz ki, Emek Sineması bir sinema salonundan daha fazlasıydı. Anılarımızdı, Yeşilçam’dı, heyecanımızdı, belki de ilk kez biriyle el ele tutuştuğumuz yerdi. AKM, konserlere, gösterilere gittiğimiz bir yer değildi sadece. Cumhuriyetin kültürel dönüşümünün simgesiydi. Taksim’in görkemiydi. En hafifinden, AKM’nin önü bir buluşma noktasıydı. Yıkılan, sadece bir kültür simgesi değil. Anılarımız, arkadaşlarımız, sevgililerimiz, kısacası geçmişimiz de o enkazın altında kaldı.

Nâzım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları adlı o muazzam yapıtı Haydarpaşa Garı’nda başlar. “Haydarpaşa garında / 1941 baharında / saat on beş. / Merdivenlerin üstünde güneş / yorgunluk / ve telaş / Bir adam / merdivenlerde duruyor / bir şeyler düşünerek.” Memleketimizdeki insan manzaralarına bakacaksak eğer, gerçekten de Haydarpaşa Garı’ndan başlamamız gerekir. Çünkü Anadolu insanının İstanbul’a geldiğinde ilk ayak bastığı, İstanbul’dan gurbete doğru yola çıkanların son ayak bastığı yerdir orası. Koskoca bir toplumun yüz yıllık ayak izlerinin toplandığı, duygusal hafızanın ve ülke tarihinin iç içe geçtiği bir müzedir. Taşıdığı anlam, kapladığı alandan kat be kat fazladır.

Orhan Kemal’in Gurbet Kuşları da Haydarpaşa Garı’nda başlar. Romanın kahramanı, bir kuşluk vakti vagon vagon, kamyon kamyon İstanbul’a akan köylülerden biri olarak ayak basar Haydarpaşa’ya. Halit Refiğ tarafından filme de çekilen Gurbet Kuşları’ndaki şu repliği nasıl unutabiliriz: “Allah’ın izniyle şah olacağız İstanbul’da şah.”

Onlarca, belki yüzlerce romanın, öykünün, filmin bazen perde arkasındaki ana karakteri, bazen de yan karakteridir Haydarpaşa Garı. Çünkü “Seni yeneceğim İstanbul” diyerek taşının toprağının altın olduğuna inandıkları bu şehre akın akın gelen, sonra da hayal kırıklığı içinde bin bir trajedinin içine sürüklenen insanlar da, Yaşar Kemal’in 1960’da röportaj yaptığı, Kadıköy’le Haydarpaşa arasında yolcu taşıyan Apsarılı kayıkçılarla da, artist olmak için evden kaçan kızlarla da, asker dolu trenlerle de, memleketine bir tabutun içinde dönmek zorunda kalanlarla da hep Haydarpaşa Garı’nın merdivenlerinde karşılaştık yüz yıldır. Bazen yüz yüze geldik, bazen onların hikayelerini kitaplardan okuduk, bazen film karelerinde karşılaştık, ama hep karşılaştık. Hasretliklerin de kavuşmaların da anavatanı oldu hep Haydarpaşa Garı. O gar elimizden kayıp gittiğinde, onların ayak izleri silinmiş olacak. Nâzım Hikmet’in resmettiği, bir şeyler düşünerek merdivenlerde duran o adam değil sadece, o adamın kafasındaki düşünceler de yok olup gidecek, Arapsarılı kayıkçıların kürek çekişleri de…

Haydarpaşa Garı’na artık trenler yanaşmıyor. Sadece İstanbul’un değil, tüm ülkenin belleği olan bu simge yapının bir rant alanına dönüşmesi için on beş yıldır durmaksızın çaba harcıyorlar. Bir taşla iki kuş vurmak, hem toplumsal belleği silmek hem de büyük bir rant sağlamak için.

Ama unuttukları bir şey var. O garda bizim ayak izlerimiz var. Bizim, annelerimizin, dedelerimizin, komşularımızın, çocukların, ölen gurbetçilerin, Nâzım Hikmet’in, Yaşar Kemal’in, Cemal Süreya’nın, Enver Gökçe’nin, Attila İlhan’ın, Zeki Müren’in, Kemal Sunal’ın, Zeki Alasya’nın, Halit Refiğ’in, Tarık Akan’ın, hatta Deniz Geçmiş’in ayak izleri var.

Son söz olarak, Yeşilçam’ın klişe cümlelerinden birine gönderme yapmak istiyorum: Bedenime sahip olabilirsiniz ama belleğime asla!

O trenler o gara yeniden gelecek. Er ya da geç!