Bir yerlerde ve birileri tarafından sorulmuş olsa gerek ki, “yeni-Osmanlı’nın Şeyhülislam’ı” payesini rahatlıkla verebileceğimiz Hayrettin Karaman Hocaefendi Hazretleri, Yeni Şafak’taki köşesinde teveccüh buyurarak ve olanca alicenaplığıyla bu soruyu şöyle cevaplandırdı:

“Müslümanlar Yahudilere, Hıristiyanlara ve diğer din mensuplarına aralarında, kendi toplumlarında yaşama hakkı tanıdıklarına, onlarla ‘iyilik ve adalet çerçevesinde’ ilişkiler kurduklarına göre kendi insanlarından olup zaman içinde değerlerine, öz medeniyet ve kültürüne yabancılaşmış parçalarına bunu tanımayacaklar mı? Elbette tanıyacaklardır. Referandum sürecinde ‘Hayır’ cephesinde yer alan insanların büyük çoğunluğu işte bu ‘…yabancılaşmış parçamızdan’ oluşuyor. Biz bu parça ile fikirde ve fiilde derin ayrılıklarımıza rağmen müştereğimizin azamisini temel kılarak birlikte, barış içinde yaşamak durumundayız.”

Fetva açık: “Hayırcıların katli vacip değildir, tıpkı Osmanlı’nın gayrimüslimlere yaptığı gibi, onlarla bir arada yaşamayı, onlara tahammül etmeyi, onlara hoşgörü göstermeyi öğrenmeliyiz.”

Ne kadar hümanist ve demokratça bir tavır gibi görünüyor öyle değil mi? Değil! Bilakis bu cümleler, demokrasi nedir, yurttaşlık nedir, bir arada yaşamak nedir, İslamcılar neden demokrat olamazlar, İslami bir rejimde yurttaşlık neden mümkün olamaz, sorularının yanıtını açık bir şekilde, net bir şekilde veriyor.

Her şeyden önce söylememiz gerekiyor ki, yazarımız, bilinçaltını -bilincini aslında- çok açık bir şekilde ortaya seriyor ve Osmanlı döneminde yaşayan ve “cizye” adı verilen kelle vergisini ödemeleri karşılığında canları bağışlanan “gavur”larla “Hayır” diyenler arasında bir özdeşlik kuruyor. Demek ki, “Evet” demeyenler Müslüman kategorisine dâhil olmuyor, Müslümanlığını kanıtlamanın yolu, bir siyasi partinin yapmış olduğu anayasal bir düzenlemeye onay vermekten geçiyor, demek ki bu ülkede kimin Müslüman olup olmadığına bir lider, bir parti ve onun fetvacıları, ulema takımı, kalemleri, adamları karar veriyor.

Güzel, buradan yola çıkarak şunu söyleyebiliyoruz: Yeni-Osmanlıcılık denen zihniyet, basitçe sınırların ötesindeki birtakım emperyal arayışlara işaret etmiyor, toplumsal yaşamın nasıl düzenleneceğine dair bir tahayyülü de yansıtıyor. Şöyle ki, nasıl Osmanlı’da toplumsal hiyerarşinin temelinde din varsa ve en üstte “millet-i hâkime” olarak Müslümanlar yer alıyorsa, yeni-Osmanlı’da da benzer bir şekilde, en tepede Müslümanlar yer alıyor; ancak “küçük” bir farkla, yeni-Osmanlı’da Müslüman olmanın ve dolayısıyla “millet”ten sayılmanın esas kriterini iktidar partisine oy vermek teşkil ediyor.

Bunu yapmadığınız anda, dinin ve dolayısıyla “millet”in dışına düşüyor, varlığına tahammül edilmesi gereken “öteki”ler konumuna yerleştiriliyorsunuz. O “ötekiler” ise hayli geniş bir toplamdan oluşuyor: Cumhuriyetçiler, muhalif Kürtler, Aleviler, sosyalistler, LGBTİ bireyler, örgütlenen, mücadele eden işçiler, kadınlar, gençler… İşte tam da bu noktada “öteki”leştirme ile “düşmanlaştırma” arasındaki ince çizgi, faşizan bir rejimin doğasına gayet uygun bir şekilde aşılıyor ve milletten sayılmayanların, “devlet ve millet düşmanı” kategorisine dâhil edilmesiyle birlikte toplumun en az yarısına kolaylıkla “terörist” damgası vurulabiliyor.

Ötekileştirmeden düşman ilanına uzanan bu sürecin sonunda, “millet”e dâhil edilmeyenlerin iradesinin de “milli irade” olarak kabul edilmediğini görüyoruz. Sandığa gidip iktidar partisine oy vermediğinizde “millet”ten sayılmadığınız, “yabancılaşmış parça” kabul edildiğiniz gibi, sandığa yansıttığınız irade de “milli” sayılmıyor, ülkeyi bölmeye, devleti yıkmaya çalışan unsurlarla yan yana gelmiş, dış mihraklara hizmet etmiş oluyorsunuz. Sandıktan iktidar partisinin aleyhine bir sonuç çıktığında ise, örneğin 7 Haziran seçimlerinde görüldüğü üzere, bu sonuç milli kabul edilmiyor, milli irade tecelli etmemiş oluyor ve en kısa zamanda tekrar seçime gidiliyor.

Peki, buradan modern anlamda yurttaşlığın ya da demokrasinin çıkması mümkün mü? Elbette ki değil. Eşit hak ve ödevlere sahip bireylerden yani yurttaşlardan oluşan bir toplum modeli yerine, iktidara biat ve din üzerinden inşa edilen bir hiyerarşik yapı ile karşı karşıyayız ki, bu modern-öncesi zamanlara ait bir zihniyetin yansıması olduğu için dibine kadar gerici bir karakter taşıyor. Eşit yurttaşlığın olmadığı ve toplumun bir bölümünün “varlığına tahammül edilenler” ve hatta “düşman” kategorisine yerleştirilerek siyasal alanın dışında tutulmak istendiği bir rejimin ise demokrasiyle uzaktan yakından alakası bulunmuyor.

16 Nisan’da “Hayır” demek, gericiliğin ve faşizan bir rejim arzusunun karşısına eşit yurttaşlık esasına dayalı bir demokrasi talebiyle çıkmak, ötekileştirme ve düşmanlaştırma üzerinden sergilenen bu pespaye müsamereye “dur” demek anlamına geliyor. Kıymeti kendinden menkul şeyhlerin, hayatlarımız üzerine fetva veremeyecekleri, ahkâm kesemeyecekleri bir ülke için 16 Nisan’da da, sonrasında da “Hayır” demek gerekiyor.