Hayır diyebilmek...

Havalar azar azar ısınıyor. Deniz durulduğu için belki, bir durgunluk var üzerimde, kaç gündür fırtınayla coşup dev dalgalarla dalgakıranı dövüyordu. Denizi aşka benzeten yazarlar haklı, ne zaman durulacağı ya da ne zaman dev dalgaların ortaya çıkacağını kestirmek zor.

Durgunluk güzel geldiğine göre, yorulmuşum. Şöyle ülke gündeminde sadece sıradan haberlerin olacağı günler gelecek mi? Balıkçılardan ilginç hayat hikâyeleri dinlemeyeli çok oluyor, herkesin dilinde referandum. Ama nasıl da bilinçliler, televizyonda dinledikleri ya da gördükleri şeyleri, zihinlerinde bir filtreden geçirip düzelterek anlamanın bir yolunu bulmuşlar. O filtrenin tek sorunu, çalışırken bol küfür sesi çıkarması.

Uzaktan balıkçı tekneleri geçiyor, radyoda eski bir şarkı. Eski kitaplar okuyorum. Kitabın eskisi olur mu? Kant okuyorum, Tolstoy’un romanlarını almışım yanıma. Hiçbiri eski değil, hayat eski. Max Weber’in evlenme teklifi ettiği Marienne’e söylediği şu sözleri buluyorum Perry Anderson’ın “Tarihten Siyasete Eleştiri Yazıları”nda: “Tutkunun yüksek dalgaları, etrafımız karanlıkla sarılı - yüce gönüllü yoldaşım, inzivanın sessiz limanından çıkıp yüksek denizlere açıl benimle, orada ruhların çatışmasından büyüme doğar ve gelip geçici her şey yitip gider. Ama düşün: Altındaki bütün o çalkantıya rağmen denizcinin aklı ve yüreği açık olmalıdır. İçimizdeki bulanık ve gizemli ruh hallerine kaptırmamalıyız kendimizi. Çünkü duygular kabardığında, dümeni serinkanlılıkla çevirmek için onları dizginlemek gerek.”

Max Weber’i sosyoloji kitaplarından bildiğim için, eşine yazdığı bu satırlar gülümsetiyor. En duygulu anlarda bile akıldan vazgeçmeyişi, duygularına karşı tavrı nasıl da entelektüel duruşuyla tutarlı. Akıl ve yürek açıklığını, “bulanık” ve “gizemli” ruh hallerinin karşısına koymuş. Weber’in dediğini yapmam zor, aklımı ve yüreğimi açmak, ister istemez bende bir bulanık ruh hâli yaratıyor.

Her şeyin dağıldığı, dünyanın bu ıstırap verici koşullarında, “bulanık” ve “gizemli” bir ruh hâline kapılmamak, öyle güç ki… Ginzburg’e göre bu dağılma ve ıstırap verici koşullarda din, kendi içinde tahammül edilemez bir hayata biraz olsun katlanabilmeleri için insanlara sığınak oluyor. Bu yüzden dini horgörmek yanlış, ama “popüler kültler”in insanları gerçeklikten koruyarak verdiği huzur da aldatıcı ve tehlikelidir diyor Ginzburg, Weber’e hak vererek.

Geçenlerde Türkiye’ye gelen Pen International’ın Onursal Başkanı ve Nobel Edebiyat Komitesi Üyesi Per Wastberg de, Türkiye’deki yazarları “bulanık” ve “gizemli” bir ruh hâli içinde bulmuştu. Cumhuriyet’e verdiği röportajda şöyle söylüyordu: “Bu ziyaretimde öncekilere nazaran çok farklı bir Türkiye görüyorum. Çok büyük sıkıntı içerisinde, ciddi bir düzensizliğin hâkim olduğu, yazarların zulüm altında olduğu bir Türkiye’yi gözlemliyorum. Yazarlara şu soruyu yöneltiyorum: ‘Tünelin sonunda bir ışık görüyor musunuz?’ Görmediklerini söylüyorlar. Belki de Türkiye şu ana kadarki en ümitsiz döneminden geçiyor.” Sonra da Başkanlık Referandumu’nu işaret ederek, referandumdan “Hayır” çıkarsa, tünelin sonunda bir ışığın görünebileceğini de belirtiyordu Wastberg.

Bu en ümitsiz dönem, bir “Hayır”la sona erer mi bilmiyorum. Eduardo Galeano’nun “Biz Hayır Diyoruz” kitabındaki gibi çoğalan “Hayır” haykırışları lazım bize: “Paranın ve ölümün övülmesine hayır diyoruz. En çok malı olanın en değerli olduğu, mallara ve insanlara fiyat biçen bir sisteme hayır diyoruz. Silahlara her dakika iki milyon dolar harcayan ve her dakika otuz çocuğu açlıktan ya da iyileştirilebilir hastalıktan öldüren bir dünyaya hayır diyoruz.”

Pavese’in “Kâğıt İçicileri” şiirini buluyorum sonra defterimde, “bulanık” ve “gizemli” bir açıklıkla yazılmış: “Yazgı değildi acı çekiyorsa dünya / gün ışığıyla küfretmeye başlıyorsak: / İnsandı suçlu olan. Hiç olmazsa gidebilmeliyiz / aç ama özgür olabilmeli / hayır diyebilmeliyiz…”