Son bir iki aydır anayasa değişikliklerinin Meclis’ten geçirilmesini izledik; şimdi referanduma doğru gidiyoruz.

Bu günlere geleceğimizin bilinciyle, uzun süredir başkanlık sistemini yasalaştırmanın önüne geçmek için ne yapılacağı, nasıl davranılacağı konusunu kafamda döndürüp duruyorum.. Geçen bahar aylarında başlayan birçok toplantıda “hayır”ı örgütlemekle ilgili düşüncelerimi dillendirmeye çalıştım. Bazıları BirGün’deki yazılarımda da yer aldı.

Kuşkusuz bu konuda, yalnız ben değil, düşünen-konuşan-yazan daha pek çok insan var. Onları okudukça, bazılarının aklı başında düşünce ve öneriler de bulundukları, bazılarının ise durumu yeterince anlamadıklarını düşünüyorum. Kimi, başkanlık sisteminin ne demeye geldiğini yeniden ve yeniden açıklamakla yetinmekte; kimi, toplumda zaten var olan fay hatlarını görmezlikten gelmekte; kimisi de “hayır”dan çok kendi kimliği ve yerini öncelediğinden asıl söylemesi gereken sözü bulma noktasına gelememekte.

Bunlara örnekler vermeyeceğim; isteyenler, gazete yazarlarından meslek odalarına ve siyasetçilere uzanan “hayır” cephesindekilere bir de bu gözle bakar, değerlendirir. Ancak, konu önemli ve hoşa gitmese de bunları konuşmaktan vazgeçmemek gerekiyor.

1-En başta senin “hayır”ın benim “hayır”ım gibi ayırımlara gitmenin yanlışlığını söylemek durumundayım. Önümüzdeki referandum, bir seçim değil; o veya bu partinin, o veya bu kesimin kendini öne çıkaracağı bir durum yok; bunun bir yararı da yok.

Yani, şu veya bu partinin adını anarak sokağa çıkmanın, pankart açmanın,-CHP hayır diyor, HDP Hayır diyor gibi-toplantılar yapmanın kime ne faydası olabilir ki! Aksine, hayır diyenlerin birlikteliği büyütülmek isteniyorsa, tüm aidiyetleri bir yana bırakmanın ve bir tek “Hayır” diyenler kimliği altında buluşmanın yararı olabilir.

Unutulmamalı ki, “hayır”ın başarısı, “hayır” demesi beklenen kişi ve gurupların dışına çıkmak, onlarla buluşmak ve onları “hayır” a kazanmakla mümkün. Bu da, daha baştan ayırımlara gitmekle olmaz!

2- Bunun gibi, toplumda var olan bölünmeleri kışkırtmak değil, bu bölünmeleri birleştirmeye özen göstermek gerektiği de unutulamaz. En başta, benimsenen dilin bu yönde olması gerekiyor.

Bu konuda, pek istemesem de, Bekir Coşkun’un, 31 Ocak’taki “Evet-Hayır” başlıklı yazısından söz etmek durumundayım. Coşkun, kıvrak dili, edebi kimliği ile iyi ve coşkulu yazan biri; ilgiyle izlendiği de yadsınamaz. Bu yazısında, AKP ile ilgili bazı söz ve olayları hatırlatarak evet ve hayır arasındaki farkı anlatmaya çalışıyor; daha sonra “yalan ile doğru”, “haram ile helal”, “cehalet ile ilim”, “karanlık ile aydınlık” ya da “nefret ile sevgi” gibi kavramlarla bu anlatıma soyut düzeyde devam etmekte.

Yazıda böyle bir anlam yok ama malum çevrelerin bu yazıyı, “bu ülkenin dindar insanlarına, muhafazakar milliyetçi insanlarına hakaret” olarak aldıklarını; bu da yetmezmiş gibi hakkında halkı kin ve düşmanlığa tahrik ve aşağılama suçundan resen soruşturma açıldığını öğrendik.

Coşkun’un, kendisinin de dediği gibi, “her satırının hesabını” vereceğine kuşkum yok; bu yazıda böyle bir niyet ve ifade olmadığı da ortada. Ne var ki, “evet”çilerin söyleyecekleri doğru dürüst bir şey olmadığından, yapabilecekleri en iyi şeyin “hayır” cephesini düşmanlaştırmak olduğunu unutmamak gerekiyor! Üstelik bu süreçte kim bilir daha ne yasaklar bizi beklerken...

Muhafazakâr kesimler içinde aklıselim sahibi olan, inancını yaşarken demokrasi ve özgürlükten de vazgeçmeyen, yalanı dolanı sevmeyen kişiler var ve onları kaybetmek değil, kazanmak durumundayız. Başkanlık sisteminin tehlikelerini iyi anlatarak ve kucaklayıcı olarak bunu yapmak da mümkün. Kısacası, keskin söze değil, keskin gözle akılcı ve yumuşak bir dile ihtiyaç var.

Mevlana’dan bir alıntıyla ne dediğimi anlatayım: “Sesini değil sözünü yükselt! Yağmurlardır yaprakları büyüten, gök gürültüleri değil.”

3-Ve artık, yapılan her toplantı, yazılan her yazıda neden “hayır” denilmesinin gerekçelerini değil, toplumdan “hayır” almak için neler yapılacağını konuşmaya ihtiyaç var.

Örneğin dün birçok değerli insanın konuşmacı olarak yer aldığı bir panele katıldım. İsim vermeyeceğim; hepsi siyasal alanda birikimleri ve deneyimleriyle öne çıkan kişiler. Dinleyiciler de, sanatçı, gazeteci, akademisyen vs gibi İstanbul’un aydın kesiminden kalburüstü isimler...

Konuşmacılar iyi konuşuyorlar; anlamlı laflar ediyorlar buna kimsenin diyeceği bir şey yok. Ne var ki, zaten “hayır” diyecek olanlardan oluşan salona bir kez daha neden “hayır” denilmesi gerektiğini anlatmanın ne gibi bir anlamı olduğunu ben anlayamıyorum! Beni mazur görsünler ama, önümüzdeki zaman kısıtlı ve asıl çabayı kazanılması gereken kitleler üzerinde yoğunlaştırmak gerekirken, benzerlerimizle toplanıp “iman tazelemenin” ne gibi yararı olduğunu anlamakta gerçekten zorlanıyorum.

Özerle, oldukça statik nitelikteki bu “hayır” toplantılarından öteye geçmek gerekmekte. Yapılan değişikliklerden söz etmek de, ancak ve ancak, bizim dışımıza ulaşmak açısından nasıl kullanılabilir meselesiyle birlikte ele alınırsa bir anlam kazanabilir.

Burada da Robert Pirsig’in çok beğendiğim Lila adlı kitabından alıntı yaparak derdimi anlatayım: Statik nitelik, normalde beklediğiniz şeydir... Dinamik nitelik ise bir sürpriz gibi gelir. Pirsig, özetle, dünyamızı yenilemek için dinamik niteliği aramak, korumak içinse statik niteliği bulmak gerektiğini söylüyor.

Bugün karşılaştığımız tehlikeye “hayır” diyenlerin de, bir değişim yaratmak üzere dinamik niteliğe ihtiyaçları büyük. Bunu görmelerini umalım!