Önce ölüler dışlandı. Tarihteki ilk gettolar mezarlıklardı. Ölülerini gömmeyi öğrenen insanlar, ölen yakınlarını evlerinin içine ya da en azından bahçelerine gömüyor, onlarla olan aile bağlarını muhafaza ediyorlardı. Bu ilişki giderek gevşedi. Ölülerin kullanım ve değişim değeri azaldı ve onlar giderek yalnızca birer anı halini aldı. Sonra şehirlerin dışına gömülmeye, hiç tanımadıkları ve belki de sevmedikleri […]

Önce ölüler dışlandı. Tarihteki ilk gettolar mezarlıklardı. Ölülerini gömmeyi öğrenen insanlar, ölen yakınlarını evlerinin içine ya da en azından bahçelerine gömüyor, onlarla olan aile bağlarını muhafaza ediyorlardı. Bu ilişki giderek gevşedi. Ölülerin kullanım ve değişim değeri azaldı ve onlar giderek yalnızca birer anı halini aldı. Sonra şehirlerin dışına gömülmeye, hiç tanımadıkları ve belki de sevmedikleri diğer ölülerle birlikte kalmaya zorlandılar.

Ölüler insan toplumlarından ilk dışlananlardı. Daha sonra tarih boyunca yaşayanlar arasında dışlananlar oldu. Köleler, Siyahlar, Yahudiler ve işçiler yaşadıkları toplumların içerisinde ancak onlardan farklı alanlarda yaşamaya zorlandılar. Onların oluşturduğu gettolar insanlık tarihinin en kötü pratiklerine ve yaşam olanaklarına ev sahipliği yaptı.

Şehir hem medeniyet hem de toplumdan olan ve olmayanın net bir şekilde ayrıştığı mekanlar demekti. Medeniyetin iki önemli ayağından birisi arzuların bastırılması ya da yönetilmesi -ki yönetmek de baskılamanın bir türüydü- ikincisi kendinden olan ve olmayanın netleştirilmesiydi -yani ötekinin-. Bu ikisinin de görünür olduğu yerler şehirlerdi.

Nazi siyasetçisi Hinrich Lohse Yahudi gettolarıyla ilgili şunları söylüyordu: Yahudiler elden geldiğince, nüfusunun çoğunluğu Yahudi olan şehirlerde veya büyük şehirlerin böyle bölgelerinde toplanmalı. Gettolar oluşturulmalı ve Yahudilerin buraları terk etmesi yasaklanmalı. Gettolara ancak nüfusun geri kalanından artan ihtiyaç fazlası gıda ürünleri verilmeli. Asgari miktardan fazlası katiyen verilmemeli. Aynı kural başka mamuller için de geçerli olmalı.”

Gettolar toplumdan dışlanmışların yalnızca toplanma yeri değil aynı zamanda ölüme terk edilme yeriydi de. Modern iktidarın geleneksel iktidardan bir başka ayırıcı özelliği daha böylece ortaya çıkıyordu: Ölüme terk etme. Bu yeni cezalandırma biçimi ve öldürme pratiği yeniydi. Çünkü modern öncesi iktidarların en önemli özelliği doğrudan öldürebilmeleriydi. Oysa artık -Foucault’nun ortaya koyduğu gibi- yaşatma ya da ölüme terk etme pratikleri modern iktidarın yeni ayırıcı özellikleri olarak ortaya çıkmıştı.

İnsanın insan üzerinde uyguladığı şiddet toplumun ve devletin ortaya çıkmasını ve devamını sağlarken, insanın diğer türler üzerinde uyguladığı şiddet kültürün oluşumuna katkı sunuyordu. Bugün diğer türler insan tahakkümünün altındadır. Hinrich Lohse’un Yahudi gettoları için söylediği sözlere bakıldığında modern kent yaşamında insan türünün dışındaki canlılar için bu sözlerin geçerliliğini görmemek körlük. Sokak hayvanı diye kategorize edilen, aslında sadece, düz, sıradan, yaşamaya çalışan ve fakat bizim onları yerinden ettiğimiz hayvanlar artık gettolar halinde yaşamaya mecbur edilmiş durumdalar. “Ya getto ya ölüm” onlar için olağan bir slogan halini almış. Hayatta kalmalarıyla ölüme terkedilmeleri arasındaki ince çizgi üzerinde yalnızca vicdanlar duruyor.

Onlara yapılacak her türlü yardım gerekli olsa da, bu hayvan gettolarının varlığı, bir bütün olarak insanlık ayıbıdır. Onların asla dışarı çıkamayacakları ve karınlarını doyurabilmek için bir kaç vicdanlı insanın insafına terk edilmiş olmaları zulümdür. Zulüm yalnız insana yapılan değildir. Ve zulmün herhangi bir türüne sessiz kalıyorsanız hepsine sessiz kalmışsınız demektir.