Hitler’in kitlelere ilişkin bir teorisi vardı; “Kitleler kadınsı bir yapıya sahiptir...

Hitler’in kitlelere ilişkin bir teorisi vardı; “Kitleler kadınsı bir yapıya sahiptir.” Söz konusu Hitler’in zihniyeti olunca buradaki kadınsılıktan ne kastedildiği açıktır. Şüphesiz bu şu anlama gelir: Karşılarına bir erkek çıkarabilirseniz -hakiki bir erkek- istediğinizi yaptırabilirsiniz onlara. Eh! Döneminde bu erkeğin kim olduğunu tahmin etmek güç olmasa gerektir. Kastedilen bu eril düşünce, bu tanrısal güç duygusu, içinde bir nevi ereksel hazzı barındırır. Görünen/görünmeyen tüm iktidar alanları için böyledir bu.
Kalabalıklar için “haz” ise; görüntünün egemen olduğu bir dünyada “gerçek” olanın yerine konan “görünüş” sayesinde seyredile seyredile dönüşen bir şeydir. Her şeyi görmekten haz duymayı öğrendik. Televizyonun baskın işlevi budur. İzleyici televizyon aracılığıyla gerçekliği, dünyayı algıladığını sanır, oysa gördüğü yalnızca manipülasyondur. Haber, magazin, eğlence ya da dizi furyası fark etmez, sunulan; ya doğrudan kabul görmüştür (tarih de buradan öğrenilir, topluma dayatılan ahlak ilkeleri de) ya da bilgiç bir “eleştirel bakış”la kişiyi üstün/daha akıllı olduğu yanılsamasına kadar sürükler. Dolayısıyla oluşan “kendini yetkin görme” duygusu tatmin noktasıdır. Bu da bir çeşit haz duygusudur. Oysa aklın hapsedilmesidir bu.

Tarihsel sarhoşluklar içindeki militarize kalabalıkların; katliam, linç ve eziyet söylemleriyle barbarlığa ve toplumsal bir çöküşe doğru sürüklendiği ve bu hazzın yüceltmelerin en kötüsü olduğu ne yazık ki görülemiyor.

Öndere sevgi ve günah keçisine kin duymaya birleşmiş akıl almaz kalabalıklar, trampet sesleri ve bayrak hışırtıları arasında toplu ereksiyon, yükselen ölüm dalgası, karanlık tanrıların (Lacan) gazabına kurban adayan- ve kurban olan- insan bedenlerinden bir okyanus… (Bakış ve Ses, Pascal Bonitzer, Metis Yayınları)
Oysa savaşın eril söyleminin aksine kadınların verdiği direnç tarihe silinmemecesine kazınmıştır.  İşte Plaza de Mayo Anneleri, işte Kürt Kadınları, işte Cumartesi Anneleri ve işte mücadeleleriyle grev çadırlarında, alanlarda sınıfsal haklarını savunan isimsiz kadınlar…
Kitleleri konuşturmayarak sindirme politikaları yürütmek, saldırmak için provokasyon yaratmak, itaat etmeyeni silmek ve her daim eksik etmedikleri korkuyu canlı tutmak iktidarın anladığı tek dildir. Korku imparatorluğunun amacı, isyanın rahatsız edici, yakıcı sesini; düzenin –kurallara uygunluğun- ve iktidarın sesine boyun eğmesini sağlamaktır.

Pek çoğumuzun bildiği gibi sinemada korku filmlerinde de uygulanan yakın plan çekimler izleyicinin gerçeklik algısını yönlendirir. Bu yöntemle kamera bir hamamböceğini devasa büyüklükte göstererek istenen etkiyi gerçekleştirebilir. İzleyici gerçek olanın yerine görünümü kabul etmiştir. İçeride izlediği ve gerçeklik yanılsamasıyla devliğine inandığı hamamböceklerinin yarattığı korkunun etkisindedir. Hem de film gösterisine bilet alıp isteyerek girdiği halde. Hatta bu korkudan haz bile duyduğu söylenebilir.

Sinemadan çıktığında bu yanılsamalı gerçeklik algısıyla dalga bile geçebilir, öyle ya nasıl olsa hamamböcekleriyle nasıl baş edebileceğini bilmektedirler. Oysa iktidarın fallik sembolleri yani temsilin temsil ettiği şey, yalnızca gösterdiği şey (güç) değildir. Korkuyu toplumun bilincine yerleştirme görevini de üstlenir.
Son yazımda imgeden bahsetmiştim; “Güç imgesi aynı zamanda içinde güçsüzlüğü de saklar” diye… Fallik sembolleri (bizde olduğu gibi birçok ülkede de var olan sözde özgürlük anıtları ve devasa Adalet Sarayları gibi) bir güç imgesi iken aynı zamanda gizlemeye çalıştığı yoksunluğun da imgeleridirler (adalet ve özgürlük yoksunluğu gibi).  
İnsan imgenin temsil anlamını yorumlayabilirse bir bilince erecektir, bu bilinç kendine güven duygusu kazandıracaktır ve mücadelesine ışık tutacaktır.

Şimdi bunu neden mi anlattım?  Kendisini hep içeride (sinemada) sanan, fallik sembollerin etkisinden çıkamayan kalabalıklar için…
Süreğen bir bilinçsizlik durumu, süreğen bir içeride olma durumu…