Bugün öyle bir hikâye anlatacağım ki, içinde iyilikle yoğrulmuş bir kalp taşıyan her insanın bir sır gibi sakladığı umutları kadar güzel, düşlerde yazılan bir hikâye

Haziran Ormanı büyürken…

FUNDA DEMİR

Hayatın Haziran’a benzediği günlerdi. Hani bir bakarsın cıvıl cıvıl kuşlar öter, okullar kapanır, dondurmalı çocukların sevinci sarar sokağı, güneş tenine değdikçe ısınır ruhunun karanlık yanı. Sonra birden kapanır güneşin önü, ne oldu nasıl oldu anlamadan başlayan yağmurun altında bulursun kendini. Kararır hava, gök gürler, şimşekler çakar. İşte bizim gibi şehirliler bir yanda gündelik mutluluklarımızı, küçük sevinçlerimizi yaşarken bir anda hayatın sarstığı yaralarımızı sarıp sarmalamaya çalışırken yani ne bileyim belki de kendi hayatlarımıza acabalar, keşkeler yüklerken bize çok uzak olan evrenin en güzel ormanında çok güzel sabah doğmak üzereydi… Evrenin en güzel ormanı olduğundan habersiz olarak Haziran Ormanı olarak varlığını sürdürürdü. Bugüne kadar tek bir insan adım atmamıştı ormana. Belki yerin yedi kat altı, belki göklerin en tepesi, ya da Alice’in sihirli kapısının ardındaydı. Bildiğim tek şey; bize çok uzaktı. Bir gün dünyada olup bitenleri izlerken üzüntüsünden ben daha fazla dayanamayacağım, gidip yardım etmeliyim diyen bir küçük yıldız yeryüzüne inerken yolunu kaybetti ve ormana düştü. Ormanın şarkısı onu uyandırdığında gördüğü ilk şey kocaman ağaçların arasından süzülen gökkuşağıydı. “Hoş geldin” dedi bir kaplumbağa, küçük yıldızın ışığından gözleri kamaşmıştı. Sanki her şeyden haberi varmış gibi devam etti konuşmaya, gideceğin yer buraya çok uzak, ama eğer istersen sana yola gösterebilirim, ama eğer benimle yola çıkacaksan unutma -yok öyle efkar falan ikinci bir emre kadar- tamam mı? Küçük yıldız nereye düştüğünü o an anladı, izlemeye doyamadığı evrenin en güzel Haziran Ormanı’ydı burası. Tamam dedi kaplumbağaya ve yola koyuldular, o uzak dünyaya gitmek için. Günlerce, aylarca belki daha uzun yürüdüler. Küçük de olsa bir yıldızla yürümek kolay değil, kaplumbağa yıldızı çoğu zaman kabuğunda saklamak zorunda kaldı. Kabuğu parlamaya başladı mı geceleri yıldız taşıdı kaplumbağa dostunu… Dar geçitlerden, azgın derelerden, zehirli sarmaşıklardan,masal diyarlarından geçtiler de, bir kere bile hissettirmedi kaplumbağa yıldıza, hep gülümseyerek hikâyeler anlattı. Ama tüm olup biteni görür, yine de dostuna tek kelime etmezdi yıldız. Efkâr yoktu, sözdü. Dere, tepe, diyarlar aştılar. Dünya dediğin ne kadar uzaktı, daha ne kadar…

Yolumuz bitmek üzere dedi kaplumbağa, dünyaya gidince ne yapacaksın, düşündün mü? İnsanlar yıldızları sevmez diye duymuştum, söz ver bana, dikkatli olacaksın. Söz, dedi yıldız. Hem merak etme, seninle tanışmadan önce dünyayı bir deniz fenerine benzetirdim, ışığı sönmüş bir deniz feneri… Gidip aydınlatırsam, herkes her şeyi görür sanırdım, ama seni tanıdıktan sonra dünyanın ışığa değil iyiliğe ihtiyacı olduğunu anladım, sana söz verdim efkârlanmak yok diye ama, şimdi onca yol boşu… Şiiişşşşşşşş, dedi kaplumbağa… Sonra yüzünü güneşe döndü, bak dedi, Güneş Dünya’da da doğuyor. Karşılarına ilk çıkan, sapsarı tüyleri olan bir kediydi. Uzun uzun baktı kaplumbağaya, yıldız dedi, saklanamıyor, dur ip getireyim de, uçurtma taklidi yapsın, yoksa rahat vermezler size. Gülümsedi kaplumbağa, bak dedi sanki hepimiz aynı yerden geliyoruz, ne dünya bize yabancı ne biz dünyaya. İpin bir ucunu kaplumbağaya bir ucunu yıldıza bağladı kedi. Yıldız yeniden gökyüzündeydi, özlemişti evini. Ama kalbin neredeyse ev orasıydı. Yeniden aşağıları seyretmeye başladı. Orman sanıp yürüdükleri yer küçücükmüş meğer, evler, insanlar, Dünya küçücükmüş. Acısı büyük ama, demek geldi içinden ama arkadaşına verdiği sözü hatırladı. Sahi ben böyle heyecanla uçarken o ne yapıyor aşağıda? İşte o an bir ahhh! geçti yıldızın içinden. İpim sana bağlı, ben uçuyorum göklerde ama sen, sen bir kaplumbağa, yine bir ah, ama bu sefer saplanmış göğsüne, derin bir ah. Hızlıca süzüldü aşağıya, bir kalabalık, neler oluyor orada, nerdesin dostum? İpin ucu da kopmuş. Neredesin, ama her neredeysen çık ortaya, bu ah’lar artık canımı acıtıyor. Sonra yerde ararken birden yukarılarda yanıbaşında dokundu yıldızın çıkıntılı omuzuna kaplumbağa. İki tane elin üzerinde, havadaydı, dostunun yanında. Sen çok hızlı uçunca yetişemedim sana, o sırada kanadı kırık bir arı gördüm, ona yardım etmeye çalışırken sana da seslendim duyuramadım ama, sonra ne olduğunu anlamadan koca koca insanlar kabuğuma vurdu, arıya vurdu, anlamadım ne olduğunu, kaçamadım, koşamam ki ben… nasıl oldu bilmem uçtum sonra, sana yetişiyorum sanarken düştüm bir yolun ortasına, sonra bir ses duydum, kornayı çal diye bağırıyorlardı, korktum, gözümü kapadım, saklandım kabuğuma, senin ipini de o sırada çözüverdim git kurtul diye… Sonra, sonra işte, Kemal Amca geldi ve beni ellerine alıp sana uzattı. Bak, bu baba elleri onun, sıcacık. Düşündüm de Dünya’ya iyiliği getiremiyorsak belki iyileri haziran ormanına götürebiliriz, çünkü burası bir kaplumbağa, bir yıldız ve Kemal Amca için tehlikeli bir yer. Gidelim dedi, yıldız, ama Haziran Ormanı’na daha önce hiçbir insan girmedi diye biliyorum… Gülümsedi kaplumbağa, bu Haziran Ormanı’nın sırrı dedi. Zor yollar daha çabuk bitti bu sefer. Babalar kaplumbağalar kadar güzel hikâye anlatır çünkü. Ormanın şarkısı duyulmaya başlandığında kök salmaya başladı Kemal amca. Yemyeşil dallar uzadı kollarının yerine, çiçekler açtı göğüs kafesinde. Yağmur başladığında Dünya’nın en güzel ormanına girmek üzereydiler. Sahi dedi Kemal amca, sen adını hiç söylemedin ama ben seni en başta tanıdım Baho, ve sen küçük yıldız; annen hala adını sayıklıyor Berkin Berkin diye, sizi unutmak mümkün mü? Hadi, bizim çocukların yanına götürün beni, köklerimi salayım. Haziran Ormanı onca çocuktan, Fadime anadan sonra bir de babaya açmıştı kapısını … Çocuklar mutlu, baba mutlu. Yağmurlar içimizdeki haziranları büyütmek için yağıyor bu sene, uzaklarda değil yeryüzünde kurulsun haziran ormanları, kimsecikler bir yere gitmesin diye…