Hegel, devleti toplumla diyalektik bağlarla bağlı bir kurum olarak görse de aslında Aydınlanma Çağı’nda sözleşmeci düşünürlerin, 19’uncu yüzyıldan itibaren liberallerin yaptığı gibi devleti sınıflar üstü, hatta sınıf çatışmalarını çözen, tarafsız bir kurum olarak konumlandırmaktadır.

Hegel, Platon’un siyaset teorisini nasıl okudu?
Jakob Schlesinger’ın Filozof Georg Friedrich Wilhelm Hegel adlı portresi. (Fotoğraf: Wikimedia)

Ateş USLU

Hegel’in siyaset teorisi çoğunlukla Hukuk Felsefesinin İlkeleri kitabının devlete ilişkin bölümleri üzerinden okunur: Siyasal iktidar, anayasa, devlet kurumları gibi konulardaki görüşlerini en kapsamlı şekilde bu eserde ortaya koymuştur. Ancak Hukuk Felsefesi’nin dışında pek çok başka metninde siyaset felsefesine dair görüşlerine rastlarız: Felsefi Bilimler Ansiklopedisi’nin “Tin (Geist) Felsefesi” bölümünün ilgili kısımları ve Tarih Felsefesi Dersleri’nin giriş kısmı bunlardan bazılarıdır. Hegel’in siyaset felsefesinin görece daha az tartışılan bir diğer kaynağıysa Felsefe Tarihi Dersleri’dir. Düşünür bu dersler boyunca Platon, Aristoteles ya da Hobbes gibi düşünürlerin pek çok alandaki fikirlerinin yanında siyasete dair görüşlerini de ele almış ve bunu yaparken elbette her büyük düşünürün yapacağı gibi kendi fikirlerini ele aldığı düşünürlerin fikirleriyle söyleştirmekten geri durmamıştır.

Burada onun Felsefe Tarihi Dersleri’nde Platon’un Politeia’sı (Türkçede yaygınlıkla bilindiği şekliyle, Devlet’i) üzerine yaptığı yorumları özetleyeceğim.
Hegel, mantık, doğa bilimi ve tin felsefesinden oluşan kendi felsefi sisteminin Platon’un eserlerinde de var olduğunu düşünür: Platon’un Parmenides’i mantığa, Timaios’u doğa felsefesine, Politeia’sıysa tin felsefesine karşılık gelir (Tin/Geist, Hegel felsefesinin tanımlanması zor ve merkezi kavramıdır; Enver Orman’ın tanımını aktararak, Hegel’in “tin” ile “insanın bilinçli akılsal etkinliğiyle doğaya eklediği tüm kültürel, maddi ve zenginlikler alanı”nı kastettiğini söylemekle yetinelim). Politeia’ya adalet tartışması yaparak başlayıp adaletin yalnızca bireyde değil, aynı zamanda devlette olduğunu belirterek “zarif bir geçiş” yapması, tin felsefesinin hakkını verdiğini gösterir (s. 82). Devletin ilkesi “adaletin nesnel realitesidir” (s. 83). Böyle bir yaklaşım, adaleti doğa durumundaki bir hak olarak tasarlayanların görüşlerine iyi bir alternatif teşkil eder: Doğa durumu kurgusu yapanlar kişinin bireyselliğinden, özgür iradesinden yola çıkarlarken Platon evrensele dayanarak adalet teorisini geliştirmektedir. Bu noktada Hegel, Platon’un kurgulardan değil fiili gerçeklikten yola çıktığını söyleyerek onu över: Ona göre Platon, Politeia’sının gerçek içeriğini soyut teori ve ilkelerden hareketle değil, içinde yaşadığı dünyanın hakikatinden hareketle kurmuştu. Dolayısıyla bu temelsiz, zeminsiz, soyut bir ütopya değil, kendi döneminin somut gerçekliğine dayanan bir teoriydi.

Platon’un filozof-kral anlayışına dair Hegel’in söyledikleri çarpıcıdır. Platon’a göre felsefe “mutlak bir şekilde gerçek ve adil olanın bilgisidir, devletteki evrensel ereklerin bilgisidir ve onların geçerliliğinin tanınmasıdır.” Onun filozofların kral, kralların filozof olmalarına yönelik meşhur çağrısı, Hegel’e göre yönetim esaslarının evrensel ilkeler yoluyla belirlenmesi gerektiği anlamına gelmektedir. Hegel’e bakılırsa bu ideal modern devletlerde zaten gerçekleşmiştir (ya da gerçekleşme sürecindedir), çünkü bunların temelini evrensel ilkeler oluşturur. Dolayısıyla eski zamanların filozof krallarından (örneğin Marcus Aurelius’tan) farklı olarak modern zamanların kralları (örneğin II. Friedrich) tümüyle evrensel gayeleri yönetici ilke haline getirdikleri ölçüde “filozof kral” vasfı taşırlar. Bu evrensel gayeler arasında devletin refahı ve iyiliği yer alır (s. 29).

Evrensel gayeleri tespit etmenin ve siyasetin esas konusu haline getirmenin önemine bu denli vurgu yapmasının polemik bir boyutu da vardır. Hegel bireyin iradesini, haklarını ve öznel özgürlüğü başlangıç noktası olarak alan modern dönem siyaset düşüncesine eleştiri yöneltir. Bu tür bir özgürlük anlayışı tek tek bireylerin sınırlı gayelerine yönelik tercihler yapmalarını özgürlük olarak tanımlamaktadır; insanların doğal durumlarına dair Hobbes ve Locke gibi düşünürlerde gördüğümüz hipotezler ve toplumsal sözleşme teorileri hep bu öznel özgürlük varsayımı üzerine kuruludur. Bu, Platon’da (ve onunla arasındaki tüm farklılıkları bir kenara bırakırsak, Aristoteles’te) gördüğümüz, topluluğu ve onun devletini önceleyen yaklaşımın taban tabana karşıtıdır.

Ancak Hegel kendi döneminin sınırlı bir yaklaşımını, bu örnekte öznel özgürlük merkezli siyaset teorilerini eleştirse bile geçmişin herhangi bir felsefi kavrayışını olduğu gibi bugüne taşıyabilecek bir düşünür değildir. Hobbes’un ve sonraki modern teorisyenlerin siyaset teorisi nasıl modern dönemin çocuğuysa, Platon’un ve Aristoteles’in teorileri de Yunan ‘polis’inin çocuğudur. Hegel, Eski Yunan düşünürlerini kimi açılardan modernlere üstün görse bile onları olduğu gibi kendi dönemine taşımaya kalkışmayacak kadar modern bir düşünürdür. Ne de olsa Platon ve Aristoteles az sayıda kişinin özgür olduğu Yunan ‘polis’lerinde ortak gayeyi çıkış noktası olarak alan bir teori geliştirmişlerdir. Aradan geçen zamanda tek tek her bireyin özgür irade sahibi olduğu teslim edilmiş, modern dönemin baskın siyasal yaklaşımı da tek tek bireylerin hakları üzerine inşa edilmiştir. Artık yapılması gereken herkesin özgür olduğu bir toplumda tek tek bireylerin değil, tüm toplumun ortak gayesini mümkün kılan bir devlet üzerine düşünmektir. Toplumda ortaya çıkması kaçınılmaz olan çatışmaları ortak özgürlük gayesiyle de uyumlu olarak çözüme ulaştırmak bu ortak-evrensel gayenin temel bileşenidir. Modern yöneticileri filozof krallar yapan da işte budur.

Peki Platon’u okuyan Hegel’i biz kendi günümüzden nasıl okuyabiliriz? Hegel’in öznel özgürlüklerin ve bireysel hakların korunmasını siyasetin temel gayesi haline getiren yaklaşımlara yönelik eleştirisinin değerli olduğu açık; bireysel haklar yerine evrensel ilkeleri gaye haline getirmeye yönelik çağrısı da önemli imkânlar içeriyor. Buna karşılık “ortak iyi” gibi “evrensel gaye”nin de pek çok sorun içeren bir kavram olduğunu hatırlamamız gerekli: Hegel devleti toplumla diyalektik bağlarla bağlı bir kurum olarak görse de aslında Aydınlanma Çağı’nda sözleşmeci düşünürlerin, 19’uncu yüzyıldan itibaren liberallerin yaptığı gibi devleti sınıflar üstü, hatta sınıf çatışmaları çözen, tarafsız bir kurum olarak konumlandırmaktadır. Evrensel gaye de bu sınıflar üstü olduğu var sayılan devletin temelindeki ilke haline gelir. Oysa Marx ve Engels’in Alman İdeolojisi’nde (s. 53-54) belirttikleri gibi, egemen sınıfların kendi çıkarlarını toplumun tüm üyelerinin çıkarları olarak göstermek gibi bir huyları vardır. Hegel’in “evrensel gaye”si de kolaylıkla devletin sınıfsallığını gizleme işlevi görebilen bir kavramdır.

Enver Orman, Hegel’in Mutlak İdealizmi, İstanbul: Belge Yayınları, 2018.
Georg Wilhelm Friedrich Hegel, Felsefe Tarihi: 2. Cilt: Platon’dan Ortaçağ Felsefesine, çev. Doğan Barış Kılınç, Ankara: NotaBene Yayınları, 2019.
Karl Marx ve Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, çev. Tonguç Ok ve Olcay Geridönmez, İstanbul: Evrensel Basım Yayın, 2013.