Zaman geçsin diye ya da belki içinden taştığından, daha fazla taşıyamadığından ağırlığını, hikâyesini anlatıyor Ülker Abla okura. Tüm yalınlığı ve açıklığıyla, bize de çok ağır gelmesin diye mizahla seyrelterek.

Hem acıtan hem güçlendiren ilaç

Elif Nihan AKBAŞ

Biz okurlar da birer hastayız belki. Hastane kokusunu iliklerimizde hissettiğimiz sayfaların bir yerinde, her gün görüp duyduğumuz haberlerden zehirlenmiş, öylece yatıyoruz. Ruhumuz hasta. Televizyonsuz bir odada, bizden öncekilerin hikâyesinden bihaber yattığımız yatağın başında Ülker Abla biz okurlara da refakat ediyor. Göz göze gelmiyoruz pek. Onu dinlerken nedense gözlerini örgüsünden hiç ayırmadığını hayal ediyorum. Belki kapı tarafına attığı birkaç tedirgin bakış hariç.


Zaman geçsin diye ya da belki içinden taştığından, daha fazla taşıyamadığından ağırlığını, hikâyesini anlatıyor Ülker Abla okura. Tüm yalınlığı ve açıklığıyla, bize de çok ağır gelmesin diye mizahla seyrelterek. Bunca acının birleşip oluşturduğu bir yaşam öyküsünü dinlerken insanın kendini zaman zaman kahkaha atarken bulması ilginç. Ya da belki her zehrin ilacı, içinde biraz da o zehri taşıdığı için hikâyesini bize anlatmaya karar vermiştir, bilemiyorum. “Başkasının derdi her derde devadır: Bakar bakar, ‘Benden kötüleri de var’ deyip hâline şükreder, kendi derdini unutursun” demişti bir ara. Deva olmak için anlatıyor olmalı. Tek bildiğim, onun hikâyesi de her ilaç gibi hem acıtıyor hem de dinleyenin damarlarına bir güç zerk ediyor.

“Gülmek dediğin, ağlamanın bir çeşidi” diyor. Biraz da bu yüzden kaçmıyor gülmekten. Güldürmekten de. Biri çıkıp da bunca derdin telaşın, gizli kapaklı, her an yakalanma, şiddet görme ve dahi mevcut statüsünü yitirme korkusu arasında nasıl olup da gülebildiğini soracak olsa, ona da cevabı hazır Ülker Abla’nın: “Gülmek, nefsi müdafaadır. Ağlayanın bir, gülenin bin derdi var demişler. Biz keyfimizden mi gülüyoruz?”
Tamam, kitap sayfalarından sesleniyor bize Ülker Abla. Anlattıklarını onun ağzından dinlemesek de, ne bileyim, iki saat yirmi dakikalık bir dizide izlesek, başına gelenlere “Yok artık!” deme ihtimalimiz yüksek, eyvallah. Ama en az o satırlara gözleri değen bizler kadar gerçek Ülker Abla, onun ağzından dökülen satırları okuyan herkes en ufak bir şüphe duymadan kabul edecek bunu. Hatta yeterince dikkatli bakacak olursak etrafımıza, o kadar çok yüzde göreceğiz ki onu, kendimizi hileli aynalarla dolu bir odaya sıkışmış hissedeceğiz. Zaman zaman şunu soruyor insan kendine: Bu sayfalarda elinde örgüsüyle bize hikâyesini anlatan karakter, sahiden bir yazarın kalemiyle mi şekillendi yoksa Ülker Abla, bir nefsi müdafaa biçimi olarak yaşamaya, var olmaya çalışırken Seray Şahiner’in kalemine sızıp onun cümlelerini mi ele geçirdi? Çünkü böyle konularda becerikli bir kadın Ülker Abla. Daha önce defalarca çeşitli yaralanmalarla geldiği hastaneyi en sonunda evi hâline getirdiği gibi, daha önce “Antabus”taki konukluğuyla keşfettiği kalemi de en nihayet söyleyecek sözlerinin evi hâline getirmiş olması çok olası geliyor bana.