Devrimciliği/sosyalistliği, ‘imkân’ yerine ‘olanak’, ‘ihtiyaç’ yerine de ‘gereksinim’ demeye indirgeyip, ‘ordu-gençlik el ele’ devrim yapacağını sanan arkadaşlarımız, hocayı hemen faşist ilan ettilerdi

Osmanlıca diye bir dil yoktur; zira, zır ideoloji magandalarının bilmediği, bu magandaların cehaleti üzerinden karnını doyuran uyanıkların da dile getirmediği, bir dili o dil yapanın o dilin sözdizimi, yani sentaksı olduğudur; ki, bunu bize öğreten, taa 47 yıl önce Şükrü Elçin hocamız oldu: Güle güle uyusun.
Devrimciliği/sosyalistliği, ‘imkân’ yerine ‘olanak’, ‘ihtiyaç’ yerine de ‘gereksinim’ demeye indirgeyip, ‘ordu-gençlik el ele’ devrim yapacağını sanan arkadaşlarımız, hocayı hemen faşist ilan ettilerdi.

Hoca ‘faşist’ti ya da değildi, ama hocanın faşistliğini, böyle bir şeyden yakalayanlara ‘Allah akıl fikir versin’di. Vermedi; ya yoktu ya da bize dost değildi; ki, bu da affedilecek bir tavır değil: Biz de kendisinin ‘kul’u değil miydik?

Osmanlıca dedikleri, ‘eski Türkçe’/’eski yazı’. Sarayın/seçkinlerin kullandığı dildeki tek fark, ‘vokabüler’; yani kelime haznesi; yoksa, sentaks aynı sentaks. Kelimeler, türevler, bileşik kelimeler ve tamlamalar konusunda sınır tanımaz bir Arapçacılık-Farsçacılık; ama sonuçta, bunları ard arda getirirken kendisine uyulan dizimleme sistemi, bizim Türkçe’ninki: ‘Mıdır Hakan Fidan kurucu-ül teşkilat-ı mahsusa-ı Kasımpaşavevî’ değil, ‘Kasımpaşevî teşkilat-ı mahsusanın kurucusu Hakan Fidan mıdır?’ diye soru soruyoruz; yani, kelimeler yabancı ve tamlamalar yabancı kurallar uyarınca kurulmuş olabilir; ama, bunların ses yığınları olmaktan çıkıp bize bir şeyler söyleyen bir ‘söz’e dönüşmesi Türkçe sözdizimine uygun olarak dizimlenmelerine bağlı.

Bu cahil yobazların en edepsizcesinden bir cehaletle “İsteseler de istemeseler de öğrenecekler” deseler de, aslında ne olduğunu bilmelerine imkân bulunmayan ‘Osmanlıca’ ise, Osmanlı’nın esas olarak ‘köle’ devşirmelerden oluşan merkez bürokrasisinin kendisini dokunulmaz/nüfuz edilmez kılmaya yönelik olarak oluşturduğu bir kripto-langage; ancak ve ancak belirli bir gruptan olunduğu ölçüde anlaşılabilir kılınmak istenen bir muamma jargon; yani, lengüistik bir zatiyet değil, esas olarak, sosyopolitik bir araç.

‘Eski Türkçe’de, kelimeyi önceden tanımıyorsan, harflerden kalkarak okumak olanaksız. Oysa bizim fonetik alfabemiz, sonuna kadar demokratik: Hiç bilmediğin, hiç duymadığın bir kelimeyi doğru yazıp doğru okuma imkânı verir; zira, her harf mutlaka bir sese ve hangi kelimede ve kelimenin neresinde ve hangi harfin önünde veya ardında yer alırsa alsın hep aynı sese tekabül eder: Herkes, her kelimeyi doğru yazma ve okuma şansına eşit derecede sahiptir, yeter ki harfleri tanısın ve bunları birbirlerine vurarak hecelemeyi öğrenmiş olsun.

Fonetik alfabe, demokratik/repüblikendir (Cumhuriyetçi; yani herkese eşit derecede açık ve her şeyi herkese eşit derecede açık kılıcı) ama, etimolojik ipucu vermekten de oldukça acizdir: ‘İt(D)HaLat’ ile ‘müDaHaLe’, veya ‘müt(D)HiŞ’ ile ‘DeHŞet’ ve ‘teDHhiŞ’ arasındaki kökdeşlik ilişkisini yakalama konusunda hiç mi hiç yardımcı olmaz; aynı şekilde, ‘mikrop’un, soncul ‘p’sinin Eski Yunanca ‘bi/bio’ (micro-be) ile olan özdeşliği hakkında bir şeyler söylemesi de, fonetik alfabeden bekleyebileceğimiz en son şeydir.
Bu noktada yapılacak şey, dilimize gerek Arapça ve Farsça’dan, gerekse greko-latin kökenli dillerden girmiş kelimelerin, bir yandan kendi dillerinde nasıl türetildiklerine, diğer yandan da Türkçe’ye yerleşirken hangi dilsel kurallılıklar uyarınca değişimlere uğradıklarına ilişkin kursların, okulların müfredat programlarına dahil edilmesi ve ‘Osmanlıca’cı cahil edepsizlerin insanlık düşmanı silahlarını peşinen ellerinden almaktır.