Gecenin karanlığında, denizin ortasındaki kayığın içine uzanmış, her zamanki gibi gökyüzüne bakıyorum. Yoğun olarak çalışırken sürekli bu ânın hayalini kurmuştum. Freud, çocukların ilk korkusunun karanlık ve yalnızlık korkusu olduğunu yazmıştı. Karanlık ve yalnızlık… Yıldızları ve ay ışığını saymazsam, karanlıkta ve yalnızdım, ama korkmuyordum. Hava serindi, sonbaharın o ürpertici serin rüzgârları geceleri esmeye başlamıştı. Belki de buradaki yalnızlığım, anne karnındaki yalnızlığın huzur vericiliğine benziyordu. Terk edilmiş olma korkusunun yalnızlığıydı karanlık…

Freud, “Ruhçözümlemesine Giriş Konferansları” kitabında, yalnızlığı yolculuklarla karşılaştırır; bir tren ya da gemi yolculuğunun tehlikeleriyle yalnız kalmanın tehlikelerini. Kaza olasılığına rağmen trene ya da gemiye binmekte çoğu kişi zorluk yaşamıyordu, ama yalnızlık, bazıları için tahammül edilmesi zor bir şeydi. Adam Philips, “Öpüşme, Gıdıklanma ve Sıkılma Üzerine” kitabında Freud’u anarak, yalnızlığı bir tür yolculuk olarak tanımlamıştı, kaza olasılıklarıyla. Anneyi bekleyen bir bebeğin yalnızlığı, bekleme yani yalnızlık uzadıkça ölümcül bir korkuya, yolculuğa dönüşebiliyordu.
Sevgiliyi bekleyen Cemal Süreya’nın “beklemek gövde kazanması zamanın” dizesini hatırlıyorum. Zamanın gövde gösterisi mi, yoksa ete kemiğe bürünmesi mi beklemek?.. Zamanın yok sayılamayacağı bir durum, ondan kaçılamayacağı… Beklenen şey, anne ya da sevgili, öncelikle bir arzu… Arzunun aciliyeti arttıkça büyüyen zamanın gövdesi…

Günümüz insanı, yalnızlığa da, beklemeye de tahammül etmekte zorlanır çoğunlukla. Trafikte sürekli kornaya basanlar, markette kasa sırasında önündeki insanın yavaşlığına tahammül edemeyenler, bir mesaj yazdıklarında hemen yanıt alamayınca sinirlenenler… Eski zaman aşk hikâyelerindeki ölene kadar sevgilisini bekleyenleri düşününce… Yeşilçam filmlerinde beklemek, aşkın en önemli ispatıydı. Şimdi kimse beklemeyi istemiyordu, oyalanmaktan, kandırılmaktan korkuluyordu. Belki de bu yüzden, beklemeyi ve yalnızlığı gerektiren “olmak” yerine, daha çok “yapmak”la meşgüldü pek çok kişi. O kadar yoğun ki çoğu kişinin hayatı, işler, kurslar, eğlenceler, sürekli bir koşturmaca; bir yandan yalnızlıktan kaçmaya yönelik, bir yandan kaçırılan zamanı yakalamaya… Bir şey yapmayınca, çizgi film kahramanlarının boşlukta koşarken bir an altlarındaki zeminin olmadığını görüp düşmelerindeki gibi bir korkuya kapılıyorlardı.

Kayığın içinde doğrulup her zamanki gibi iskeleye doğru küreklere asılıyorum. Bulutların toplanmasından belli, yaklaşan fırtına. Fırtına, beni korkutan bir şeydi, kontrol edemediğim için. Çoğu korkumuzun temelinde, kontrol edememe, kendini güvende hissedememe durumu vardı. Peki yalnızlık korkusunda, kontrol edilemeyen neydi? Öteki’nin yokluğunda kendi varlığını, sınırlarını bilememek mi, kendini var hissedememek mi? Boşluk duygusundan muzdarip kişinin kendisini jiletleyerek canlı hissetme çabasındaki gibi…

Pavese, “Yaşama Uğraşı”nda şöyle yazmıştı: “Yalnızlıkla bütünleşip onun karşısında kurban rolünü oynadık. Onun karşısında sakin ve hazır olmalısın; yalnızlığına dalmalısın. Artık kaya ol, dalga değil. 1933’te sandaldaki sağlamlığına yeniden kavuş. Boşalan içsel enerjini tazele. Rıza göster, talep etme. Bekle. Her dürtünün seni nerelere götüreceğini gör. O bildik alçaltıcı durumlara götüren bütün dürtülere egemen ol. Bunu yapamazsan, hiçbir şey yapamazsın.”
Pavese, hem kaya ol dalga olma diyor, hem de dürtülerine, yani akışa bırak kendini diyordu. Sonra da dürtülerine egemen olmayı istiyordu. Hangisi? Âşık olanın çaresizliğiydi bu. “Rıza göster, talep etme” derken de benzer bir çelişki.

Lacan, insanı, sürekli talep eden bir varlık olarak tanımlamıştı, aksi taktirde hayatta kalamazdı. Ancak bir başkasından talep edilebilirdi. “Sen olmazsan ölürüm” talebi, çocukken annesiyle yaşadığı bağımlılığı sonuna kadar götürüp arzusunu tanıma olanağından mahrum kalmış olmakla açıklanabilirdi belki. Psikoterapi, yarım kalan o süreci tamamlama işini üstleniyordu Lacan’a göre.

İskeleye yanaştığımda, Pavese’yi düşünüyordum, hem kaya, hem dalga olabilseydi…