Önceki gün bir düş gördüm. Adorno’nun “Rüya Kayıtları” kitabının başında bir epigraf olarak söylediği, “Rüya ölüm gibi siyahtır”ı ekleyerek! Oruç Abi, Sıraselviler’de giriş katındaki evinde… dirseklerini masanın üzerine koymuş. Yüzü, ellerinin arasında. Gülümsüyor. Aslında bulunduğumuz mekânı kasvete sürükleyen karanlık bir hava var. Nereden geldiğini bilmediğim sarı bir ışık gözlerimi alıyor. Ona bakarken bir yandan da, hüzünlerin içinden direncimizi kırmadan geçmeye çalıştığımızı düşünüyorum. Bu ülkede haysiyetin sürekli olarak kişinin kendisine acı veren bir direniş biçimine dönüşmesine isyan ederek.

O, 12 Eylül sonrasında üniversitelerin geldiği noktaya itiraz ederek istifa etmişti. Birgün konu açıldığında, “Ben 1402’lik değilim. O listelerde adım yoktu,” demişti mahcup bir halde. “Ne fark eder? Bu duruma tepki gösterip üniversiteden ayrılmadın mı?” diyerek yanıtlamıştım onu. Itirazı yol arkadaşlarının tasfiyesiyle birlikte eğitim kurumlarının dönüştürüldüğü garabetti. Zaten, “Üniversitenin Ölümü” isimli yazısında, “Bugün Türkiye’de, hukuksal bütünlüğe, birliğe sahip bir kurum olarak ortadan kalkan, Yüksek Öğrenim Kurumu adlı kuruluşun bir alt kuruluşu haline sokulan üniversite, bu yasa işlerse, varlık olarak da ortadan kalkacak, yani ölecektir. Yönetsel özerkliğin kaldırılışının en temel anlamı da budur!” diyerek, ta o dönemde yüksek sesle tavrını koymuştu.

Oruç Abi akademiden uzaklaştıkça kederi katlanmış, olması gereken yerden ayrıldığı için biraz daha münzevi bir hayata kendini bırakmıştı sanki. Öte yandan hocalığını bir nevi “dışarıdan” sürdürerek pek çok çeviriyi, Wittgenstein’dan Hume’ya Nietzsche’ye kadar kültürel yaşamımıza kazandırdı. Mutsuzluğunu giderme yöntemiydi bize kazandırdıkları. Iyi ki düşünsel birikiminden mahrum etmedi okurlarını.

Yazdıklarını, özellikle şiirlerini bir filozof olarak anlam üzerine kurması da benzer bir yönelimin sonucuydu. Salah Birsel’in, “Bir şiir yalnız o şiire giren değil, bir de girmeyen kelimelerden meydana gelir” sözünden ilham alalım. Bir şiir şüphesiz kendinden ibaret değildir, diyebilir miyiz? Şiirle ilgili keskin yorumlar yapmaktan hep kaçınmışımdır ama Oruç Abi’nin yazdıkları anlamın kapılarını fazlasıyla zorladığı için her bir sözcüğün ardında bıraktığı hesabı gözeterek soruyorum: Geçmişin, bugünün ve geleceğin sınırlarını kırarak girdiği bahiste yazmadıklarının da çetelesini tutabilir miyiz? Yahut her şiir bu hissi verdiğinde mi kanatlanır?

Bu noktada yazdıklarında yüreğini olduğu gibi açmanın erdemine başımızı yaslamamız gerek. Bu tavır onunla şiir üzerine konuşulduğunda da kendini açık ederdi. Çünkü o kadar mütevaziydı ki, “Şair değilim, şiiri çok seviyorum yalnızca” derdi.

Yağmur başladı şimdi. Bir balıkçıda oturmuştuk. Çıkınca ıslak kaldırımda dengem kaymış, düşmüştüm. Çok telaşlanmıştın. “Abi, ben çok sık düşerim, aldırma!” demiş, dimdik kalkmıştım ayağa. Nasıl da şaşırmıştın. Bir hafta boyunca hemen her gün, “Nasıl oldun?” diye aradığında güldüm durdum sana. Hâlâ düşmeye devam ediyorum. Düşe kalka bir hayat işte. Hem “Hani,” hem “Uzak, hem de “Yakın”.

“İle” nasıl bitiyordu? “Bugün, şimdi, yalnızca ben biliyorum; ben de öldüğümde de, artık, kimse bilmeyecek…”

Beden gittiğinde zihin de toprağa gömülecek. Içlendiğimiz de bu zaten!