Geçen yüzyılın ortalarına doğru, doğuda bir yerde -bileceksiniz- dört tarafı sarılmış, taptığı dağlarıyla meşhur halk yaşıyordu. Bu halk hayatında karayolu görmemiş, trenin adını bile duymamıştı. Bildikleri tek şey, üç yüz altmış altı evliyanın doruğunda bağdaş kurduğu dağlar, dağların altındaki vadi içlerinden geçen masmavi ırmaklar, yeraltından ve dağlardan akan dereler, bir de her tarafa dağılmış ziyaretlerdi.

Mahkeme, hapishane, jandarma, polis, cami, kilise, cemevi, devlet dairesi yüzü görmemiş bu masum halk, bir tür doğa toplumu halinde yaşıyordu. Keçiler, inekler, kuzular, manga boreler, köylerde kurulu, iki katlı evlerin altında yaşıyordu. O zamanlar, evsiz hayvana rastlayamazdınız. Dağdaki kurt, sürüye saldırdığında, onun da yaşama hakkı var denilerek, bir kuzu almasına müsaade ediliyordu. İnsanla hayvan, -kendi aralarında konuştukları o Farsi dilde- bir tür gizli sözleşme yapmışlardı. İnsan-Hayvan Kardeşliği Sözleşmesiydi bu. Her köyün kangal köpeği, her evin sırlı sütbeyaz bir yılanı, her ağacın kuşu, her doruğun bir kartalı vardı. Bu sonuncusuna Sırsaleke derlerdi. Bu, kafası beyaz, gagası kahverengi, kanatları siyahbeyaz, büyük kanatlı, kutsal bir kuştu. Sırsaleke, cem sırasında, dualar eşliğinde titreyerek tewte giren dervişlerin ruhlarına eşlik eder, Hakk dünya ile bu dünya arasında gidip gelirlerdi.

Dervişler ona, halkı kanatlarının altına alması için yalvarırdı. Leş yemeyi reddetmiş bu asil kuşun, Gola Buyere adlı dağın kayalığında bir de yuvası vardı. O insancıklar, doğayı da unutmamışlardı. Her şeyi ondan alıyorlardı, nasıl unutsunlar. Toprağı dewres ilan etmişlerdi. Suyu ateşle söndürmüyor, ateşin üstünden atlamıyor, Munzur, Harçik ve Mercan’daki kırmızı pullu balıklara kıyamıyorlardı. Sabahın ilk ışığında, dünyanın sahibi olarak kabul ettikleri güneşe yalvarıyor, serin esen rüzgarla konuşuyorlardı. Bir gün, bu insan-hayvan toplumunun başına bir hal geldi. Boz üniformalılar, bir çekirge sürüsü gibi tüm köylere dağıldılar. Düzgün, Gola Buyer, Zel, Koe Sur ve adı saymaya gelmez öteki dağlar, bütün kerametlerini unutup, boz üniformalıların çelik potinleri altında sustular. Sırsaleke göğün en üstünde kayboldu. Doğanın, dağların, ziyaretlerin, evliyaların, komşu kasabaların, uzaktaki insanlığın onlara sırt çevirdiği bu dar günde, insanlar dağlara doğru kaçtılar. Fırtına dinene kadar, kaçabilen herkes, çocuklarını korumaya karar vermişti.

Dağda bir ay, aç-susuz, takip altındaki ıssız günlerden sonra, Hegao Pil köyünden Heme Mırze Sil evini, tarlasını, ağaçlarını, çeşmeyi, evinin karşısındaki ziyareti görmek için köyüne gitmeye karar verdi. Köye doğru saatlerce yürüdükten sonra, uzaktan yanmış köyünü gördü, her yer simsiyah olmuştu. Köye tam girişte, aniden bir karaltının kendisine doğru hızla geldiğini gördü, Heme Mırze Sil korktu, çok korktu, boz üniformalılardan biri sandı. Nefesi kesildi, karaltı yaklaştı, yaklaştı, yaklaştı. Birden Hem’in üstüne fırlayan bu karaltının kedisi olduğunu anlayan Hem, derin bir nefes aldı. Sonra köydeki köpekler Hem’in yanına koştular. Yıllar sonra bu olayı torunlarına, Heme Mırze Sili, “beni durmadan tırmıklayan o kedi, sanki bana diyordu ki, ‘bu ne felaketti başımıza geldi, Hızır’ı severseniz siz neredesiniz?” diye anlatmıştı.

Şu yaşadığımız günler, insanın evlerine kaçtığı, kendisini karantinaya aldığı, şehirlerin ve meydanların hayvanlara açıldığı başka bir döneme tanıklık ediyor. İspanya sokakları tavus kuşlarına, Birleşik Krallık Kaşmir keçilerine; Şili’nin caddeleri dağ aslanına, İstanbul Köprüsü vahşi vaşaklara, Heme Mırze Silin şehri ise dağ keçilerine ev sahipliği yapıyor. Ama insanlar yok, insanlar -haftalar önce- çekip gittiler. Heme Mırze Silin ve halkının yaşadığı ol felaketin üzerinden neredeyse bir asır geçecek. O felaket insanların bir eseriydi. Bugün bütün dünya, seksen sene evvelki, o saklı küçük Hegao Pil köyüne dönüşmüş gibi. Bu son felaketin sorumlusu da -o küçücük virüs değil- yine insandır.