Celal Kadri Kınoğlu, ilk romanı “Armağan”da hayatı, insanı, varlık sorunsalını ince ince irdeleyen ve kavramları her veçhesiyle ele alan bir yazar olarak karşımıza çıkıyor.

Hep biraz eksik kalmak

METİN YETKİN

Celal Kadri Kınoğlu’nun ilk romanı “Armağan”, İthaki Yayınları etiketiyle raflarda yerini aldı. Kendini yalnızlığa mahkûm eden bir adamın tekamülünü anlatan kitap, hayatı da farklı yönleriyle ele almakta. Kınoğlu 1964’te Pangaltı’da doğdu. İTÜ Makine Mühendisliği öğretimini son sınıfta bırakarak İ.Ü. Devlet Konservatuvarı’na girdi. Genç Oyuncular, Kenter Tiyatrosu ve Devlet Tiyatroları’nda geçen yaklaşık kırk yıl boyunca onlarca oyunda yer aldı, birçok oyun yönetti ve dört oyun yazdı. Oyunculuk sahasında çeşitli ödüller alan Kınoğlu, İstanbul Devlet Tiyatrosu müdürlüğü yaparak birçok öğrencinin yetişmesine katkıda bulundu. “Uğurlugiller, Tatlı Hayat ve Acemi Cadı” dizilerinde oynadı. Tenor saksafon çaldığı caz grubuyla müzik sahasında da başarılı oldu. Son zamanlarda Flu TV’deki konuşmalarıyla genç nesle ilham olan Kınoğlu’nun ilk romanı “Armağan”.


Roman, seksenlerin başında lisede olduğundan hareketle ellili yaşlarında olduğunu tahmin ettiğimiz kahraman-anlatıcının asistan ilanıyla başlıyor. Bazı hayal kırıklarından sonra aradığı asistana kavuşuyor: Alev. Alev, felsefe okuyan genç bir kadın. İşi aldıktan sonraki görevi ise, düşün insanlarının Youtube’daki videolarını yazıya dökerek İngilizceden Türkçeye çevirmek, anlatıcının söylediklerini kayda almak ve Marcel Proust’un “Kayıp Zamanın İzinde” eserini okuyarak oradaki esas fikirleri belli bir düzene yerleştirerek kitap içinden kitap çıkarmak. Zira anlatıcı yalnızlıktan bunalmış, kendi ifadesiyle unutmak istemeyen genç kadının tespitiyle de ölmek istemeyen bir adam. “‘Ben unutmak istemiyorum.’ ‘Sen ölmek istemiyorsun.’” (s.30) Öyle ki adam modern dünyayla pek bağı olmayan, teknolojiye sırtını dönmüş, evinin düzenini hiç bozmayan, içindeki boşluğu sanatsal ve entelektüel uğraşlarla doldurmaya çalışan, kendini kendi tekdüzeliğine hapseden bir kişi. Ne hissettiğini ses tonundan, hal ve hareketlerinden bir çırpıda anlayan, düşündüğünü bir çırpıda söylemekte tereddüt etmeyen genç kadın kısa zaman içerisinde onun hayatının rengi ve varlığının aynası oluyor. Öte yandan adam ile yazarı kıyasladığımızda otobiyografik özelliklerin yoğun bir şekilde yer aldığını ve yazar merkezli okumaya oldukça elverişli bir metinle hemhal olduğumuzu anlamak mümkün. Adamın yaşı, fiziksel özellikleri, doğduğu yer (Pangaltı), babasının doktor olması, tenor saksafon çalıyor oluşu… Hatta Kenter Tiyatrosu’nda oynanan “Şafak Yıldızları” adlı Rus piyesinden bahsederken “Orada da gizli başrol, uzun boylu bir oğlandı yanlış hatırlamıyorsam…” (s.74) diyerek kendini işaret ettiğini düşündürmesi…

Dolayısıyla okurun, kahraman ile yazarı özdeşleştirmemeyi başararak salt metne odaklanması güç gözükmekte. Yine de okuma eyleminin, en azından ilk okumanın bu güçlüğün üstesinden gelinerek tabula rasa misali bir zihinle okunması kanaatindeyim ki gayretim bu yönde oldu. Böyle bakıldığında, hayatının yarısından çoğunu yaşayan yalnız, hatta kendine sürgün ve entelektüel bir zihnin varlık krizinde buluyoruz kendimizi. Alev, adamın yavaş yavaş bu krizin üstesinden gelmesini sağlıyor. Hatta, bununla da kalmayıp adamın kendini gerçekleştirme projelerini de tamamlıyor. Bunlardan ilki, “Kayıp Zamanın İzinde” projesi. Bu eseri, metnin kurgusuna paralel değerlendirirsek adamın çocukluğuna ve ilk gençliğine dair yazdıklarını sık sık genç kadına okutması, bireysel kayıp zamanını kurtarma, şimdiyi ve geçmişi tek potada eriterek, ölümü öteleyen tek, biricik ve bütüncül bir zaman inşa etme gayreti olarak görülebilir. Öte yandan adamın en büyük hayali -teşebbüsün değil tereddüdün insanı olduğunu imleyen karavan hayalini saymazsak- öldükten sonra evinin bir müzeye dönüştürülmesi.

“Müze. Ben öldükten sonra dolaşmaya gelenler beni görecek. Duvarlarda fotoğraflarım olacak. Seninle yaptığımız bu ses kayıtlarından istedikleri bölümü dinleyecekler kulaklıklarını takıp. Bilgisayar ekranında, belli kavramları tıklayarak benim sesimden duyabilecekler. Evdeki tüm kitaplar, plaklar ve CD’ler hakkında bilgiler olacak meraklıları için. Ben de orta odada olacağım.” (s.131)

Alev, romanın sonlarına doğru adamın bu hayalini de gerçekleştirecek, üstelik aylarca süren mesaisinde adama dair kaydettiklerini düzenleyerek onun hayatını da somutlaştıracaktır: “Koca bir yaşamı temsil edecek bir paket gibi tasarlamıştı ‘Hayatımın Kitabı’nı.” (s.166) Böylelikle adam, asistanı -sonradan tahmin edileceği üzere “sevgilisi”- sayesinde kendini gerçekleştirerek kısmen bildungsroman türüne evirilen bir anlatının kahramanına dönüşüyor. Kendi ifadesiyle “bir ilham perisinin sihirli sevgisiyle” tüm bunları başaran adam torununu görmek için yurtdışına on beş günlüğüne gideceği vakit de ayrılık kaçınılmaz gözükmekte. Pasaport kuyruğundaki bu hazin sahnede adam, Alev’in onun için Nabokov veya Kundera’dan notlar çıkarabileceğini düşünerek evinin anahtarını asistan-sevgili arasında konumlandırdığı genç kadına uzatır fakat kadın “Sende kalsın, bizim romanımız bitti,” diyerek ilişkiyi sonlandırır. Neticede, yazarın biyografisi kısmında Kınoğlu’nun kızına armağan ettiğini öğrendiğimiz roman, kurguda kahramanın torunu için bir armağana dönüşür.
Romanın tamamına bakarsak, kurgunun ilgi çekici olduğu, yazarın ironi konusundaki ustalığıyla modern hayatın insanı ve insancıllığı öteleyen yapısını hicvettiği görülebilir. Bununla beraber, metnin yazarın entelektüel birikimini yansıttığı fakat bu yansıtmaların bazen deneme türüne meylettiği söylenebilir.

Bilhassa Alev’le başlayan ve “Kısa ve Öz, Biraz da Caz” adlı radyo programıyla devam eden kavramların ne olduğuna dair soruların ve bu sorulara kahramanın irticalen verdiği cevapların yer aldığı sayfalar boyu süren kısımlar, yüklü bir kalemin zihnindeki pek çok düşünceyi aktarmak için seçtiği kurgusal bir izlek havasına sahip. Ancak bu izlek oldukça hızlı akmakta, hatta siyasal eleştiri dahi “Hayatıma Karışma!” şeklinde özetlenmiş. Kahramanın Alev’in felsefe dersine girdiği kısım gibi derinlik katılabilecek, okura katman katman sunulabilecek bölümler de bu hızlı akışta kaybolmakta:

“‘Büyük bir şey’le, ‘büyüklük kavramı’ karşılaştırıldı. Zannediyorum Platon çalışıyorlardı o derste. Hâlâ orada olduğuma inanamayarak, kâh dinliyor kâh müteşekkir bakışlarla anlamaya çalışıyordum söylenenleri.” (s.141)

Bütünsel bir yorum yapmak gerekirse Kınoğlu, ilk romanında hayatı, insanı, varlık sorunsalını ince ince irdeleyen ve kavramları her veçhesiyle ele alan bir yazar olarak karşımıza çıkmakta. İlk roman oluşunun bazı azizlikleri olsa da yüzüncü sayfadan sonra metnin akış hızı giderek artsa da okuru zekâsıyla büyülemeyi başaran, gündelik hayatın içerisinde kaybolan inceliklere mikroskop tutan ve ironiyi ustalıkla kullanan bir kalemle hemhal olduğumuzu unutmamalı.

“Hep biraz eksik kalıyor. İçimizde, arada bir hissettiğimiz o tuhaf boşluk konuşuyor kendi dilinde. Bir şey istiyor bizden.” (s.159)