Ercüment Behzad Lav’ın şiirleri ve Behçet Necatigil’in kareler’i dönemlerinin algısının dışına çıktıkları için okur tarafından görülmedi, görülmek istenmediler. Demek ki yeni, bir ayağı yenide diğeri eskide olunca tanınabiliyor

Hep daha yeni

ERHAN ALTAN

Yeni, yeniliğin kendisinden ziyade algılanışıyla ilgili bir durum her şeyden önce. Bunun ne demek olduğunu anlamak için Garip şiirine bakmak yeterli olabilir. Yeni olduğunda herkesin hemfikir olduğu Garip’in şiire soktuğu gündelik dil yeni değildi. Şiirde dize sonlarının (artlamalarının) bir bütünlük, dolayısıyla nazım duygusu verecek biçimde kesilmeleri, yeni bir şey gibi görünse de aslında nazmın serbest olarak kurulmasından başka bir şey değildi. O da sıkı kurallara bağlıydı.[1] Yeni olan neydi? Yeni olan, bir eskinin (gündelik dilin) bir başka eskinin (dize düzeninin) içinde ‘alışılmadık’ biçimde durmasıydı. Yeni’yi yapan öğe tam da buydu. İşte bu alışılmadık’ın içinde bolca alışıldık öğe vardı: artlamalarla oluşan dize formu ve gündelik dil. Bunca alışıldığa karşın sanki alışkanlıkların tamamen dışında bir durum varmış, sanki avangart bir şiirle karşılaşılmış gibi bir şoka yol açtı, hatta avangartla karıştırıldı.

Başka türlü söylersek: başka şiir tarihlerinde avangartların yol açtığı şok etkisine bizde Garip yetiyordu. Dolayısıyla yeni, Garip’te mutlak bir kategori değildi; ama aslında diğerlerinde de değildi. Olsaydı da zaten biz bilemezdik onu, çünkü algı ufkumuzun dışına çıkmış olurdu. Ercüment Behzad Lav’ın şiirleri ve Behçet Necatigil’in kareler’i dönemlerinin algısının dışına çıktıkları için okur tarafından görülmedi, görülmek istenmediler. Demek ki yeni, bir ayağı yenide diğeri eskide olunca tanınabiliyor. Dolayısıyla yeni’nin bir ölçüsü var ve biz onu o ölçü çok bozulmadığı durumda algılayabiliyor, ancak o durumda ona yeni diyoruz. Bu durumda da bu, her bir tarihin ve dönemin kaldırabileceği ayrı bir yeni miktarının olduğu anlamına geliyor.

Tersinden söylersek yeni, ancak yeni’ye bir istek olunca geliyor ve istek ne kadar büyükse o da o kadar oluyor. Bu durumu zamansal eksene oturtursak yeninin, (değişim sürecinin) ilerleyiş yönündeki görüş alanının sınırlarında bir daire olduğunu söyleyebiliriz. Bu eksende ilerlerken yorulan da, aynı kalan da ilerleyiş halindeki bu dairenin dışına düşüyor. (Bu yürüyüşün ardında bıraktığı iz de şiir tarihi oluyor.) Buradan da bir kez daha anlıyoruz ki aslında mutlak yeni diye bir şey yok, yenileşme diye bir şey var. Neden? Çünkü özgürlük diye bir şey olmadığı, özgürleşme diye bir şey olduğu için. Yeni’yle özgürlük arasındaki ilişki nedir? Bunu da John Cage’ten öğreniyoruz: yeni bize başlangıçlar sunar, bu başlangıçlar da bizi, artık bir yük haline gelmiş eskiden kurtarabilir, eskiden kurtulmak gereksinilen yöndeyse eğer özgürleşmek demek olabilir.

1970-2000 arası bu yenileşme isteği sınırlı kalmış gibi görünüyor. 2000’ler ise birikmiş bir yenilenme isteğinin uç verdiği ve yaygınlaşmaya başladığı yıllar oldu. Bunun toplumsal arka planı, henüz araştırılmayı bekleyen bir olgu. Birden, yerleşik şiir algısının dışına çıkan şairler türedi, on yıl önce olsa düşmanlaşılacak ve biçimci diye yargılanacak metinler, enteresan bir sessizlikle karşılandılar.


Sıfırlı yılların yeni şiirinin etkisinin hem az hem de çok olduğunu söylemek mümkün. Büyük bir yaygınlık kazanmadığı, birkaç dergi ve belli sayıda şairle sınırlı kaldığı, bu açıdan etkisinin az olduğu söylenebilir. Üstelik sadece şairlerle değil, o şairlerin de belli kitaplarıyla da sınırlı kaldı. O yeniyi terk edip eskiye dönen de oldu, o (artık eskimiş olan) yeni’de ısrar ederek yeni’den uzaklaşan da. Ancak kimse fark etmese, etmek istemese de etkisi oldu çünkü mesele ne şairde bitiyor ne de şiirde. Mesele süreçte bitiyor, o kadar ki, şairlerinden ve de şiirlerinden bağımsızlaşacak kadar. Nasıl?

Sıfırlı yıllar şiiri, şiirini bir önceki şiire bağımlılıktan büyük ölçüde kurtardı ve bir sonraki şiire de bir sıçrama tahtası oluşturdu. Bu şiir, dilin ve şiirin o dönemine kadar kullanılmamış birçok öğesini bir ifade aracı olarak kullandı, ‘şiir’ olarak kabul gören araçların kenarında, dışında kalan kullanımları da şiire dahil etti.[2] Denilebilir ki şiirsel araçlar anlamında kullanılmamış fazla bir öğe kalmadı. İşte bu durum da onun eylem ufkunun sınırı gibi göründü, büyük ölçüde öyleydi de. Sıfırlı yıllar şiirine bakışımızı belirleyen, ister istemez öncesine oluşturduğu fark oldu. Kendisi de zaten bu farkın enerjisinden yaşadı, o farkı kutladı. O fark ama onun yazgısı da oldu çünkü başlangıcın içerdiği zorluklar ve bu zorlukların aşılması misyonun kendisi haline geldiğinden, misyon bununla tamamlanmış göründü. Oysa o yeni, yeni bir alan açmıştı ve o yeni alanın ufku yeni olanaklar içeriyordu. Sıfırlı yıllar kuşağı uzaktan seyrettiği ve ulaşma özlemini çektiği bu ufka kadar olan yolu gitti, vardığı yerden sonra görülen manzara sonrakilerin, onlu yıllar kuşağının yola çıktığı yer oldu.

Halen onlu yıllardayız, oldukça dağınık bir halde (merkezi bir dergileri, ortak çıkışları, keskin pozisyonları olmadan) bir şiir yazılıyor. Bu şiir sıfırlı yıllar şiirinden farklı. Bir önceki dönemin adeta savurganca tükettiği dilsel ve şiirsel araçların özgürce ve şairin kendi poetikası gereğince yeniden birleştirilebileceği ve gördüğüm kadarıyla da birleştirildiği bir döneme geldik. Garip’ten tanıdığımız türden eski yeni’lerin dönemi bu da. Biraz abartırsam diyebilirim ki şimdiye kadarki şiir tarihimiz sırf bu özgürlüğe ulaşmak, araçların tarihiyle sınırlanmadan düşünce nesneleri üretebilmek içindi.
Süreç devam ediyor ve sürecin o soyut hayaletini somutlaştıran ve somutlaştıracak şairler geliyor. Şiirimizin şimdiye kadarki biçimsel tarihinin dışında bir yere geldiğimiz kesin. Tarih duramayacağına göre bundan sonra nasıl ilerleyeceğini hep birlikte göreceğiz. Ama şu an bana görünen, dönemin, şiir-proje diyebileceğim veya bir programın parçası olan girişimlerin ya da dil-içi araştırmaların öne çıktığı bir dönem olduğu. Hepsi de heyecan verici. Yolculuk devam ediyor.

[1] Bu Gece Neden Uyuyamıyorum /Evimdeki Yatağımda, Erhan Altan, Turkuaz Yayınları, İstanbul, 2016.
[2] Sıfırlı Yıllarda Şiirimizde Deney/im, Erhan Altan, 160.kilometre, İstanbul, 2013.