Cumhuriyet’in yarattığı o insanların bunca duyarsız, korkak olmalarını sindirmek mümkün değil… Tarık abi farklıydı. Çok yakışıklıydı, çok güzeldi, devrimciydi… Hüseyin Baş’ın sözleri nasıl da tam yerine oturmuş: Tarık hepimiz adına yakışıklıydı

Hepimiz adına yakışıklıydı

1 Nâzım’ın izinden önce Edremit’e, sonra Bursa’ya gittik ve Bakırköy’de tamamladık yolculuğu. “Memleketim Nâzım Hikmet” çok alkış aldı, sevgi gördü. Artık bu metni kitaba dönüştürmenin zamanıdır. Yazarlar, insanların yaşamında bilmedikleri izler bırakır. Belki yazmanın en şaşırtıcı, büyülü yanı da bu! Nâzım üstüne pek çok kişi kalem oynattı. Herkesin kendince bir Nâzım’ı var, ben, benimkini yazdım… İlk kez büyük şaire yön veren kadınlardan söz açtım. “Nâzım’ın Kadınları” denmesi hep irkiltir beni, sanki alınır satılır kimselermiş gibi o kadınlar; kişilikleri yokmuş, hiç yaşamamışlar gibi… Buna özendim işte… Kadınları olabildiğinde yaşayan biçimde yazdım… Melda Gür çok başarılı oynadı…

Edremit yolu zorluydu. Sicim gibi, vahşi yağıyordu yağmur, hatta asfalta bir kırbaç vurur gibi düştü şimşek… Zaman zaman pencereden baktım, dalmışım. Turne yolculukları keyiflidir, aracın içinde dışarıdan kavraması olanaksız bir dil kurulur, sanki turne boyu yaşayacak olan bir aile kurulmuştur. Gösteri sonrası imzada insanların sevgisini görünce tüm yorgunluk dindi. Gözlerde büyüyen kaygı aklıma kazınmış, dilleri yaralı insanların, hep yutkunarak konuşuyorlar… Gece boyu çatıyı, pencereyi dövdü yağmur, sesten uyuyamadım…

Bursa yolu biraz daha sıkıcı geçti. Varınca Nilüfer’e keyfimiz yerine geldi. Nâzım’ı yazanların fotoğrafları, yazıları olan bir sergiyi gezdik. Çok sevdim. Bursa’nın mahpushanelerinde, sokaklarında izi var Nâzım’ın… Sahnede Bursa bölümünü anlatırken ayrı bir keyif aldım. Özge Metin çok alkış aldı. Mustafa Soydemir yine mütevazı, duyarlıydı sahnede…

2 Victor Hugo’nun “1793 Devrimi”ni bitirmek üzereyim. Yalın biçimde, etkileyici bir dille gerçekliği ortaya koymak, üstelik tarihi bir belge niteliği de taşır biçimde yazmak kolay değil. Yazarlık için ders kuşkusuz. 1789’dan 1793’e gelinirken, şimdi sanıldığının tersine, koskoca bir yol gidiliyor ve bir hayli kanlı. Sanılanın tersi demem şundan; iktidar kavgası, eğer tek adamı yıkmak için veriliyorsa, bıçağa yalayan bir koyun gibi davranan büyük güruhla mücadele etmek gerekiyor. Bu süreçte, belki de amacı olan “eşitlik, kardeşlik, özgürlük” ilkelerine, değerlere ihanet edecek hamleler yapmak zorunda kalıyor devrimci kadro. Bunu kolayca savunmak mümkün mü?

Uzaktan bakınca değil elbet. Ancak tarih elinde dürbünle bakılan ve keyfe göre yazılan bir metin değil. Hakikat nereye gizlenmiş, nereden filiz vermişse bulmak ve olduğu gibi aktarmak gerek. Israrla içinde bulunduğumuz cumhuriyetin çöküş sürecinde, dönüp dönüp bunu düşünüyorum. Devrim hem güzel hem dehşetli ve herkesin bildiği gibi evlatlarına pek de şefkatle bakmıyor. Devrimde rol alan herhangi bir kimsenin, bir dönem sonra acımasız kimi tarihçilerin eline düşeceğini hesap etmesi gerekiyor. Devrim elbette sonuçlarıyla ölçülmeli…

Hugo bir dönemin romanını yazarken, üstelik tarihin gerçeğini neredeyse etik bir teraziye koyarak, tam da bu hassaslıkla bakıyor. Hem tanık olmanın sorumluluğunu taşıyor hem de tarihçinin çarpıtmaması için arı bir belge sunuyor…


3 Hugo’nun iç hesaplaşması da akıyor romanda. Bilge romancının sesini sıkça işitmek, bugün olsa rahatsız eder belki, iyi geliyor okura. Roman sanatının bir başka işlevi de var. Belki hep olacak. Hem güncel olanı söyleyeceksin hem kurgu yapacaksın hem de sözünü irkiltmeden, dahası roman gerçeğinden kopmadan söyleyeceksin… Güç iş… Altını çizdiklerim üstüne düşünürüm sıkça…

hepimiz-adina-yakisikliydi-236219-1.

“İnsanlık için öyle anlar vardır ki, her şey bir bilmecedir. Bilgiçler bu bilmeceleri ışıkla cahiller ise karanlık, şiddet ve barbarlıkla çözerler. Felsefe şunu ya da bunu suçlamakta tereddüt eder. O daha çok, sorunların yarattığı kargaşaları göz önünde tutar. Hiçbir sorun, tıpkı bir bulut gibi yere gölgesini bırakmadan geçip gitmez.”

4 Devrim tüm dünyayı etkiler. Hepimiz o büyük devrimin çocuklarıyız, rüzgâr nefes oldu, derin içimize çekmeyi beceremedik belki ama anlamını biliyoruz. Paris caddelerinde özgürlük sarhoşluğuyla haykıranlardan biri şöyle diyor romanda:

“Adamın biri Fouqruier-Tinville’de şöyle yazıyordu: “Biriniz gelin beni bu hayattan kurtarmak lütfunda bulunun. İşte adresim.”

Champcenetz Palais – Royal’in orta yerinde ‘Türkiye’de ne zaman ihtilal olacak? Cumhuriyeti Babıali’de de görmek istiyorum’ diye bağırdığı için tutuklanmıştı.”

Bugün yıkmak için çabaladığımız cumhuriyet, insanlığın ortak ürünü. Demek Fransız Devrimi’nde bizim memleketten söz ediliyor Paris’te. Dahası var, bir beklenti de oluşmuş, bir zaman sonra çağın tesiriyle anayasa yapılacak, meclis kurulacak ve sonunda cumhuriyet bir rejim olarak benimsenecek…

Kendime sormadan edemiyorum; okuma yazma bilmez insanların eline nasıl düştü bu Cumhuriyet?

5 Ada vapurundan dışarıya doğru baktım uzunca. Vapur dediysem, artık Boğaz’ın o güzel, narin gelinlik giymiş kızları yok. Kaba saba, estetikten yoksun kimi araçlarla seyir halindeyiz. Herhalde Melih Cevdet bu tip biçimsiz bir gemi içinde yazmamıştır “Ada vapuru yandan çarklı” diye…

Suna ablaya gidiyoruz. Öğle yemeğinde dostlarla buluşacağız. Melih Cevdet’i de anacağız elbet, zaten hiç benden kopmadı ki ustam. Ada’da olmak iyi geliyor insana, kışları elbet. Soğuğu içimize çekip yürüdük, sevinçle karşıladı Suna abla tüm misafirlerini.

Ali Sirmen yine günün en güzel sözlerini ardı ardına sıraladı. Konu Cumhuriyet’in can çekişmesine gelince, haliyle Mustafa Kemal gündem oldu. Melih Cevdet şöyle dermiş:

“Adam Avrupa’da yaşamak istemiş. Kendi gidemeyince memlekete getirmiş.”

Avrupa dediği Fransız Devrimi ile başlayan o süreç. Bilimin, aydınlanmanın, özgürlüğün cumhuriyetinde yaşamayı kim istemez ki?


6 Ali Sirmen söz konusuysa hep istim üstünde olmalı kişi. Her biri olağanüstü zekâ ürünü şakalarını iyice takip etmek gerek. Yakın dostu Hüseyin Baş’la ilgili anılarına hep güldük. Sonra döndük dolaştık Tarık abiyi andık. Erken ölümü hepimizin dilinde yara, yüreğinde sancı işte. Halkoylamasına giderken ülke, sanatçıların suskunluğuna isyan ettik. Cumhuriyet’in yarattığı o insanların bunca duyarsız, korkak olmalarını sindirmek mümkün değil… Tarık abi farklıydı. Çok yakışıklıydı, çok güzeldi, devrimciydi…

Hüseyin Baş’ın sözleri nasıl da tam yerine oturmuş:
“Tarık hepimiz adına yakışıklıydı”
Kaç zaman sonra televizyon yayınına başladım bu güzel öğle yemeği akşamında…


Olanaksızlıklar içinde, bunca ürküten sessizliğin arasından sıyrılıp, bir soluk olmak çabasına ortak olmak istedim. Acaba Babıali hep mi böyleydi? Bunca kötüsü olduğunu sanmıyorum doğrusu…

hepimiz-adina-yakisikliydi-236218-1.

Bir aydır her sabah radyoda Mahir Kanaat’tan söz ediyorum. Bizim BirGün emekçisi. İnsan birini nasıl sever ki?

Mahir’i kaç kez gördüm ki ben… Önemli mi? Hep içten, hep gülümseyen, hep yaşam sevinci taşıyan dost…

Bir köy evi yapmayı tasarlıyordu. Eşinin doğum yapmasını heyecanla bekliyordu. Çocuk çocuk bakıyordu gözleri. Yok yere, sudan, uydurma gerekçelerle tutukladılar Mahir’i. Çocuğunun doğumuna tanıklık edemedi, mahpusta hasret evladına…

Biliyorum Mahir çıkacak, o köy evinde çocuğuyla oynayacak… İki çocuk olacaklar sevdalı bulutların altında...


7 Karne alıyor bugün çocuklar… Ben yollardayım, turneye gidiyorum…
Bodrum’da hava nasıl da güzel, denize sıfır, küçük otelimize yerleştik. Karşı odamın kapısında bir levha: “Halikarnas Balıkçısı burada kaldı” yazıyor. Nasıl bir sevinç içimde… Ne çok yazdım hakkında Balıkçı’nın, aniden bir dost görmüş gibi sevindim, heyecanlandım. Demek Cevat Şakir’in baktığı yerden gözleyeceğim denizi. Hemen uzağında Bodrum Kalesi… Sevdiğim bir yazarın şehrine gelince, eşyasına dokununca, havasını soluyunca nasıl çocuklaşıyorum ben…

Uzun yürüyüş iyi geldi, ardından gösteri için salonun yolunu tuttuk.

Hava güneşli olsa da, dostlar arasında gezinsem de, akşam dünya güzeli seyirci eli patlarca alkışlasa da, aklımdan çıkmıyor memleketin hali… Kaçınılmaz bu…

Güzel Bodrum’un sokaklarında başıboş, mahzun köpeklere rastlıyorum hep. Can yakıcı. Evladını terk etmekten ne farkı var ki bunun? Çay içmeye oturunca hemen yanaşıyorlar, besili çoğu, yüzlerinde terk edilmişliğin kederi var sanki… Sevgiyle dokunan bir el hissedince, şefkatli bakışlarla karşılaşınca hemen yerleşiyorlar yanınıza…

Deniz uykuda… Nisan takdir almış…

Enis Batur’un telefonu iyi geldi. İstanbul’da bir kahve içip söyleşmeyi geciktirmemeliyim…