Duvarlarla örülü totaliter bir toplumda kapitalizme karşı gelecek bir hareketin, tam da günümüzdeki gibi kriz durumlarında inşa edileceğine kapı açıyorlar. Hepimiz Snowpiercer’in treninde ya da platformlardan birindeyiz. Önemli olan 'altta' ya da ‘kuyruk’ta yaşayanların sonunda ne yapacağı?

Hepimiz aynı trendeyiz

Murat Tırpan

Önce Jordan Peele’nin Us ve sonra Bong Joon-Ho’nun meşhur Parasite filmleri alttakiler/üsttekiler meselesini tekrar popüler sinemanın gündemine taşıdı. Ama bütün hikâye bu iki filmden ibaret değil, son yıllarda dramasını doğrudan sınıf çatışması ve/veya toplumsal eşitsizlik, kapitalist sistemin sorunları üzerine kuran birçok film izledik. Tıpkı toplumsal konjonktürde olduğu gibi sinemada da eşitsizlik ve sınıfsal ayrım temasının yeniden gündemde olduğunu söyleyebiliriz.

Son yıllardaki bazı örnekleri hatırlayalım: Todd Haynes'in Karanlık Suları, türün klasiklerinden Erin Brokovich’in yolundan giderek kimya şirketlerinin toplumsal cinayetlere neden oluşunu araştıran bir avukatın hikâyesini anlatırken, Adam Sandler'ın müthiş oynadığı Safdie Brothers filmi Uncut Gems, açgözlülüğün çirkin yüzüyle ilgileniyordu. Steven Soderbergh’in Laundromat’i ise “Panama Papers” denilen skandalı konu alan, zenginlerin vergilerden kaçınma ve sorumluluktan saklanma yollarını ortaya koyan bir filmdi. Wall Street'in yüksek faizli ipoteklerde vurgulu ve ulaşılabilir hale getirme hikâyesini yapmaya çalışan Adam McKay’ın The Big Short filmi gibi Laundromat da kapitalizmin nasıl sorunlu bir sistem olduğunu dert ediniyordu. Bu filmlerin en ilginçlerinden biri ise bir Netflix işi olan, dikey şekilde konumlandırılmış bir hapishanede geçen sınıf alegorisi The Platform’du. Ardından yine Netflix’e Bong’un aynı adlı filminden uyarlanan Snowpiercer dizisi geldi. Amazon’un Devs (Devils,2020) dizisi ise büyük finans kuruluşlarının krizlerin çıkmasında ne kadar etkili olduğunu gösteren çok radikal bir iş oldu, izlemeyene hararetle önerilir. Knives Out, Sorry to Bother You gibi filmleri ve bizden de son yıllardaki filmlerden sınıfsal ayrımın net bir şekilde çizildiği Küçük Şeyler ve Bağlılık-Aslı gibi filmleri, hatta NBC’nin Kış Uykusu’nu bu listeye ekleyelim. Elbette büyük usta Ken Loach zaman zaman formu düşse de yıllardır ısrarla -ve iyi ki- bu yoldan gidiyor, son filmi Sorry We Missed You yine sınıfsal ayrımı başarıyla betimleyen bir işti.

Sınıfsal ayrım ve eşitsizlik üzerine yapılan filmlere baktığımızda bunlar çoğunun popüler sinema ve tür örnekleri içerisinde olduğunu görüyoruz. Bu aslında önemli bir nokta, çünkü bu sayede çok daha fazla insana ulaşıyor ve konuşuluyorlar. Mesela zengin bir ailenin miras için altsınıftan bir hastabakıcıya karşı savaştığı Knives Out tür olarak bir dedektiflik hikâyesi iken, Peele’nin hem Us hem de önceki filmi Get Out’un birer gerilim olduğunu görüyoruz. Tıpkı The Platform gibi. Toplumsal eşitsizlik ve isyan sularına yelken açan Joker sonuçta popüler bir çizgi roman uyarlaması, bir çağrı merkezi çalışanının şaşırtıcı yükselme hikâyesini anlatan Sorry To Bother You bir komedi hatta Bong Joon-Ho’nun başyapıtı Parasite bile nihayetinde içinde komedi sosu da barındıran bir gerilim.

Hangi popüler janrı seçerse seçsin bu filmlerin ortak noktası tepedeki varlıklı yüzde bir için dünyanın yüzde doksan dokuzunun hesaplaşma isteğini vurgulaması. Bütün bu filmlerin dünyada ve özellikle Amerika’da eşitsizliklerin tavana vurduğu son zamanlarda, 2010’lardan sonra ortaya çıkması tesadüf değil. Özellikle Amerika’daki seçim yarışına milyonerlerin girmesi de bunu tetikledi elbette. Şimdi de karşımızda yeni protestolar var. Bağımsız yönetmenler bir kaçış ve rahatlama sineması yapmak yerine insanların yaşamsal dertlerini yeniden beyazperdeye düşürmeye başladılar. Hatta Peele gibi bir yönetmenin Us ile bugünün protesto eylemlerini öngörmüş olduğu bile söylenebilir. Peele filminde, toplumsal bölünmeyi anlamlandırarak, her Amerikalıya farkında olmadan kontrol ettikleri bir yeraltı doppelgänger’ı konumlandırdı. Yeraltındaki “bağlı” ruhların, üstteki meslektaşlarının yaptıklarını taklit etmeye çalışmaktan başka çaresi yoktu ve bu çoğu zaman zararlarınaydı. Us birilerinin öldüğü, birilerinin değiştiği ama alttakilerin isyan ettiği bir sonla bitmekteydi.

Sınıfsal ayrım gibi günümüzün en önemli sorunlarından olan ekolojik felaket hakkında bir alegori olan Snowpiercer filmi ve dizisi (2014 ve 2020) gerilim ve aksiyon kılıfında tıpkı Parasite gibi alttakilerin kurtulma stratejilerine odaklanıyordu. Bong bir röportajında “Bence tüm yaratıcılar, tüm sanatçılar ve hatta herkes, her zaman sınıf meselesiyle ilgileniyoruz” diyor. “İlgilenmeseydik aslında garip olurdu. Metroda, sokaklarda, yabancılarla görüştüğümüzde, merak ediyoruz, ne kadar zenginler? Yoksa havaalanlarında karşılaştığımız insanlar ekonomi sınıfı mı, business sınıfı mı oturuyorlar? Bunu hep merak ediyoruz, çünkü kapitalizm çağında yaşıyoruz. Genel olarak hepimizin sınıfa karşı çok hassas bir duyarlılığımızın olduğunu düşünüyorum.”

Bütün bu filmler son tahlilde durumu teşhis edip alttakilerin stratejileriyle ilgileniyorlar. İki filmin Parasite ve The Platform’un yapılarını karşılaştıralım.

Parasite’ın yapısını hatırlayalım; filmin başarısı aslında şuradan kaynaklanmaktaydı: Alttakiler ve üsttekiler yapısının içine alttakilerin de ikiye ayrıldığı bir dramatik yapı yerleştirilmişti. Üsttekileri iyi tanıyoruz ancak alttakiler ne yapmalı? Parasite üç seçenekten bahsediyordu, ilk bölümde alttakilerin hile yolu ile üsttekilerin yerine geçtiği bir öneri, ikinci yarıda farkına vardığımız alttakilerin bodrumda yaşamayı gönüllü olarak seçtiği (gerçek parazitler oldukları) hatta bundan mutlu oldukları bir durum ve finalin vaaz ettiği alttakilerin çalışıp başarılı olarak bodrumdan kurtuldukları ideal olan. Film finalinde bir şekilde yırtıp üst sınıfa dahil olmaya çalışanlarla üst sınıfın kölesi olarak yaşamayı kabul edenleri de birbirine düşürüyor buradan tek çarenin azimli olup başarmak olduğu noktaya sıçrıyordu. Platform ise bütün meselesini yukarıya verilecek bir mesaj üzerine kurmakta.

The Platform’daki sınıfsal yapıya da bakalım. Filmin başında konumlandırmayı açık açık duyuyoruz: "Üç tür insan vardır: Yukarıdakiler, aşağıdakiler ve düşenler". Delik denilen platformun farklı katlarındakiler farklı nedenlerden aşağı düşmekteler. Şunu unutmamak gerekli, her zaman daha aşağısı var, bir Türk deyimindeki gibi “beterin de beteri var!” Filmdeki bütün mesele yiyeceğin paylaşımı üzerine kurulu, alttakiler bir ay sonrasında yukarıya çıktıklarında aşağıdakileri unutup çılgınca tüketmeye başladıkları için bu kez aşağıdakilerin yiyeceksiz kaldığını ve son noktada ölmemek için oda arkadaşlarını öldürdüklerini görüyoruz. Aslında tam da bir Gazapizm şarkısındaki gibi olan biten: “Senin yandığından daha fazla yanan insanları duymuyorsan eğer/nasıl olcaz arkadaş?” Kahramanımız -manidar bir şekilde- Don Kişot okuyan Goreng ilk oda arkadaşına yiyecekleri herkesin ihtiyacına göre tüketmesinin her şeyi çözeceğini söylediğinde aldığı cevap “Sen komünist misin?” oluyor. Çünkü üsttekiler komünistleri sevmezler. Goreng ise hayır, ama akılcıyım şeklinde cevap veriyor. Aslında Goreng’in yapmak istediği bu düzeni sağlamak, eşitlikçi ve insanların birbirlerini anladığı bir düzen kurulabilse deliğin mantığı bozulacak. Filmde bu tür bir açıklama olmasa da delik bir deney gibi düşünülebilir aslında, ihtiyacının fazlasını tüketip aşağıdakileri düşünmeyen, ‘homo economicus’un test edildiği bir deney.

Elbette bütün bu filmlerin tek bir işçi sınıfı, alttakiler, ezilenler tanımı yapmadığını söylemek gerek. Gerald Cohen'in Marx'tan yola çıkarak işçi sınıfı için geliştirdiği dört boyutlu tanımı kullanırsak işçi sınıfının üretken, fakir, sayıca çoğunlukta ve sömürülen bir grubu oluşturduğunu ve günümüzde bu dört koşuldan hiçbirinin aynı anda tek bir sınıfta veya grupta toplanmadığını söyleyebiliriz. Böyle bir durumda elbette sinemada alegorik hikâyelerin daha işlevsel ve kapsayıcı olduğu açık.

Agamben'in kuşatılmış, bedeni siyaset nesnesi haline gelmiş ve her alanı birer istisna haline, bir "toplama kampı"na dönüşmüş toplumlardaki insanı belirtirken kullandığı "Homo Sacer" kavramı Zizek’in belirttiği gibi bugün çok önemli. Bütün bu filmler klasik tanımı genişleterek dışlanmış, marjinal, yoksul insan gruplarının, yani devletin gözünde neredeyse resmi olarak var olmayan yığınlar olanların bir açılım başlatabileceğini vurguluyorlar. Bu yüzden de duvarlarla örülü totaliter bir toplumda kapitalizme karşı gelecek bir hareketin, tam da günümüzdeki gibi kriz durumlarında inşa edileceğine kapı açıyorlar. Hepimiz Snowpiercer’in treninde ya da platformlardan birindeyiz. Önemli olan “altta” ya da ‘kuyruk’ta yaşayanların sonunda ne yapacağı?