Hepimiz birer bıkkın narsistiz çünkü bir mitimiz yok

EMİNE TÜLİN ERİNÇ

Bugünlerde insanlara veya kurumlara adınızı vermeniz yetmez çünkü siz, Eros, Kybele ya da Torin Meşekalkan değilsiniz. Bu adı geçen karakterler gibi, sizi diğerlerinden ayıracak bir mitiniz yok. Devlet sizi TC kimlik numaranızdan, şirketler sizi çalışan kimliğinizden, çevreniz sizi telefon numaranızdan, e-posta adresinizden, sosyal medya rumuzunuzdan bilir. Ancak bunlar anlamlı bir deneyim sonucu elde edilmiş kimlik belirteçleri değildir, bunlar yalnızca size rastgele atanan rakamlar, yan yana düşen harflerdir. Peki, bu insana psikolojik olarak kendisini nasıl hissettirir?

Şükranın yerini hızla hasede bıraktığı bu günlerde, her değerin, bağın, yolun ve hedefin içi boşalıyor ve bu da kaçınılmaz olarak bizim varlığımızı anlamsız kılıyor. Bizler bir birey olarak artık hayatta önemli bir rol oynamıyoruz. Tüketim ve üretim alışkanlıklarımız sağ olsun, bir yandan esas önemli olan biziz; bizim ne istediğimiz önemli ve bu sebeple, istersek herkese ve her şeye “işlevsiz ürün” muamelesi yapabiliriz; öte yandan bunu bize de yapabilirler! Dolayısıyla kendimize göre önemliyken aslında kalan herkes için önemsiziz: İsterlerse bizi tek kalemde silerler, işten çıkarırlar, bağ keserler çünkü nasılsa bizden çok var.

Yani Fight Club’da Tyler Durden’ın dediği gibi, diğerlerinin gözünde “bizler eşsiz kar taneleri değiliz” ancak tüketici olarak Loreal’in reklamlarında haykırıldığı gibi “çünkü biz buna değeriz.”

Narsizm kişinin kendisine karşı geliştirdiği çarpık ve temelsiz hayranlık olarak ifade edilebilir ancak temelinde kendi özünden hoşlanmama, hatta belki neredeyse nefret bulunur. Kişi kendini sevilemez, değersiz bulduğu için kendilik imgesini zihninde şişirir ki narsizmin çağımızın sorunu olması normaldir çünkü hiçbir hikayesi, şahidi, varlığının anlamı olmayan insanların benliklerini başka nasıl savunmaları beklenebilir?

Varlığı birkaç yan yana düşmüş numaradan ve iki dakikada alınan bir e-postadan ibaret olan bir insan elbette anlamsızlığına anlam katabilmek için yaşamını, özelliklerini, mal varlığını, ünvanlarını şişirme yoluna gidecektir çünkü aksi, “olmasam da olur demek ki” demeye varacak, bu da yok oluş anlamına gelecektir. İnsan hayatta kalmak adına, bu fikre şiddetle karşı çıkmak için gerekirse narsistleşir.

İşte mitler bu noktada devreye girer. Toplumlara, aşka, mücadeleye, zafere dair mitler, köklere, zorluklara ve dönüşümlere ait mitler, bir diğer deyişle kahramanın yolculuğu, insana kendi hikâyesinin bir yanıyla her bir insanın deneyimlediği bir tekâmül süreci, diğer yandan da ona özel bir kahramanlaşma, dönüşme ve olgunlaşma deneyimi olduğunu gösterir. Eros ile Psyche’nin mitini okuduğunuzda, aşka ulaşmak için geçmeniz gereken aşamaların metaforik ifadesini bulursunuz. Demeter’in mitini okuduğunuzda bir kayıp sonrası yaşayacağınız yas evrelerinin devinimini görürsünüz. Sisyphos’un mitine göz gezdirdiğinizde sonuçtan ziyade çabanın ve döngülerin devamlılığına şahit olursunuz.

Mitler size sadece senaryoyu vermez, aynı zamanda mihenk taşlarına tekabül edecek erginlenme ritüellerini de sunar. Bir nevi kontrol noktası sayılabilecek bu dönemeçler ve onları kabul ve onurlandırma sunan bu ritüeller size pusula olur, yoldan şaşıp şaşmadığınızı ya da hangi aşamaya yaklaştığınızı gösterir. Bu ise insanın hem yaşamına ve varlığına anlam katan bir tecrübedir hem de içsel belirsizlik hissini minimuma indirerek kişiye psikolojik yetkinlik hissettirir, kaygı ve kaybolmuşluk hissinden korur.

Joseph Campbell’in Bill Moyers’la söyleşi tadında kaleme alınmış eseri Mitolojinin Gücü’nde Campbell, bir insanın mitini bulmasının ona aitlik deneyimini sunacağını söyler. Bizler mitimiz doğrultusunda toplumumuzu tayin ederiz. Campbell bireyin mitiyle toplumun miti örtüşmediğinde o insanın hasta olacağını belirtir ki psikolojik açıdan psişenin kendini diğerleriyle teyit ettiği gerçeğini göz önünde bulundurursak bu doğrudur. Yine mitlerde kahraman daima acı dolu bir süreci, daha yüce bir amaç için atlatmak zorunda olduğundan, yani Paulo Coelho’nun Simyacı’da dediği gibi kahramanın “hazinesi göz yaşının düştüğü yerde” olduğundan, mitler bizi zorluklarla mücadele etmek konusunda da cesaretlendirir, karanlıkta elimizi tutarlar. Son olarak: yine Campbell’a göre mitler bize pedagojik destek sunarlar. Önümüzü göremediğimizde ya da ne yapacağımızı bilemediğimizde, mitimizin kahramanının sorunun üstesinden nasıl geldiği, bize kendi derdimiz için ipuçları sunar.

Ancak günümüzde tüm mitlerimizin içi boş, ritüellerimiz anlamını yitirmiş durumda, yeni bir hikâye yok ve dolayısıyla bizlik bir iş de yok: Mücadeleye, yaşamaya devam etmeye, geleceğe ya da dönüşmeye lüzum yok. Üniversite bitirmek bir mihenk taşı, diploma töreni ise bir erginlenme ritüeliydi ancak artık değil çünkü içi boşaltıldı. Keza işe girmek böyle anlamlı bir eylemdi fakat artık keyfe keder işten çıkartılıyor ve kendi mesleğimizi yapamıyor, zoraki hizmet sektöründe çalışıyor olduğumuz için, bunun da bir manası kalmadı. Toplumsal mitimiz güncelliğini yitirdi ve yerine herkesi kapsayacak bir söylemdense halkı birbirine düşürecek bir anlatı benimsendi. Sonuç: ülkesine bağ hissetmeyen, sadece söven bir halk. Eski kuşak halk kahramanları çağın gerisine düştükçe mitik değerlerini kaybettiler, yenilerinin gelmesi de neredeyse mümkün değil çünkü başını biraz kaldıran şöyle, böyle olmakla hemen linç edildiği, hasetle değersizleştirildiği için kimsenin yolculuğu ve hazinesi pusula olacak kadar pekişemiyor.

Sonuçta bu anlamsızlıkta hayatımız mit gibi amaçlı bir yol değil: Bizler artık hep aynı günü yaşıyoruz. Sıkkınız, bir şey yapasımız yok, zorluğa gelemiyoruz çünkü motivasyonumuz yok. Sadece tüketiyoruz. Bütün gün alışveriş yapıyoruz, internette birkaç kişiye sövüyoruz. Yaşama ve başarma gücümüz bastırıldı ve kendini eyleme dönüştüremeyen arzu olarak, bizi hasta ediyor. Böylece bir de terapist masrafı çıkıyor.

Ama bulmak zorundayız. Yeni bir mit bulmak ve yaşamlarımızı tekrar anlamlı kılmak hem kendimizi hem de dünyamızı kayda değer bir yaşamla kurtarmak zorundayız.