Müziğin silah olduğunun farkında olmadığım yıllar... Metalciyiz. Sert müzik seviyor ve popu biraz küçümsüyoruz. Yaş 12 bilemedin 13. Ortaköy’de konuşlanmış Raksotek’te Rage Against The Machine ile tanışmışım…

Hepimiz birer hedefiz

Rage Againt The Machine’i keşfettiğim yıllar... 12 veya 13 yaşındayım. İngilizce dil bilgimi ve okumamı Metal Hammer ve Kerrang! gibi metal kültürünü o dönemin mihenk taşı dergilerinden geliştiriyorum ister istemez. Ortaköy’de sahil kenarında kurulan 2. ve/veya bilmem kaçıncı el yabancı dergi satan bir ablamız var. Bu dergilerin eski sayılarından ne varsa ucuza alıyorum. Topladığım dergilerde sevdiğim rock yıldızlarının fotoğraflarına bakıyorum. Sonra mevzunun rengi değişiyor. Röportajları anlamaya başladıkça işin içine iyice dalıyorum, bulaştıkça bulaşıyorum. Her daim favorim olan Frank Zappa’yla ilgili anekdotlar okurken The Beatles’a daha dikkat etmem gerektiğini anlayıp müzikal yoluma devam ediyorum. Bir yandan Oasis’i fark ederken bir yandan da Machine Head’in o dönemlerde keşfettiğim The Burning Red veya Burn My Eyes albümlerine girişiyorum. Obituary dinleyip aklımı kaçırıyorum. Müzikal anlamda bomboş beynim Rush, Machine Head, The Beatles, Obituary, Cannibal Corpse, Faith No More veya Led Zeppelin filan derken gittikçe aydınlanıyor. Beynim bunlarla çalışmaya başlıyor.

Ortaköy’deki Raksotek ise önerdikleri isimler sayesinde ufkumu açtı. Bilen bilir ama bilmeyen çoktur. Son zamanlarda Sülfür Ensemble’ın solisti olan, memleketin en sıkı gruplarından önce New World Order Sucks’ı sonra da Suffer Hits’i yayınlamış olan Antisilence’ın solisti Erdem Çapar o dönem Raksotek’te çalışırdı. Şebek Heavy Metal Fanzin okuyup öğrendiğim Antisilence Erdem’le tanışıp bir Antisilence kasedi aldım ve ardından başka bir kaset gözüme çarptı, sordum: “Kim bunlar?”

Sarı bir kapak, hafif müstehzi gülen bir çocuk. Turuncu kıyafet ve pelerini var ve üstünde ‘e’ yazıyor. Grubun ismi ilgi çekici ve Metal Hammer okurken gördüğüme eminim. Rage Against The Machine’in (RATM) Evil Empire albümünü o gün o anda tanıdım.

O günden beri RATM’ye karşı duygularımda en ufak bir değişiklik olmadı. Her albümünü aynı ilgiyle dinledim. Hepsiyle aynı gazla coştum. Run-DMC, N.W.A’in sözel saldırganlığı ve keskinliğiyle en sıkı rock gruplarını aratmayan testere gibi gitarlarıyla her daim yumruk havada dinlendi. Sözleri bıçak gibi kullandıkları gibi o bıçağı cinsiyet, ırk, din, dil ayrımı yapanlara saplamaktan hiç çekinmediler. Zach de la Rocha önderliğinde sahneden, stüdyodan ateş ettiler. Şimdi o bayrağı Prophets Of Rage devraldı. Geçen yıl Zach olmadan RATM ekibi (Tom Morello, Brad Wilk ve Tim Commerford) en önemlisi Public Enemy’den Chuck D ve DJ Lord ve Cypress Hill’den B-Real’in vokalistliğiyle son kadrosunu alan ekip acımadan yoluna devam ediyor.

Biraz eski kafalı bir albüm bu. Irkçılara, Trump sevdasıyla yanıp tutuşanlara, vatandaşlarını dinleyen, hedefe alan, takip eden devletlere durmadan yorulmadan yumruk sallıyor. Jilet gibi hiphop ve testere gibi rock’ın tüm aile fertlerini yanına alarak saldırıyor. Şarkı şarkı anlatıma girmeyeceğim ama Unfuck The World, Hail To the Chief ve Take Me Higher müthiş şarkılar. Grubun tek bir handikapı Zach de la Rocha gibi reaktörvari enerji üreten bir solist... Chuck D ve B-Real muazzam hiphop vokalistleri olmasına rağmen ve enerji bazında eksikliklere gebe. Neredeyse Youtube’da yayınlanan tüm videolarına bakınca böyle bir sonuç çıkartıyorum. Yine de ana akımda, bu kadar sağlam vuran başka bir grup bulmak zor. Fakat bu politik fikirlerin geçerliliği de düşünülmeli. Saldırıya, baskıya verilen karşılık yöntemleri genç nesli ne derece harekete geçirir tartışmaya çok açık. Prophets Of Rage’in kendi adını taşıyan albüm birkaç gün önce yayınlandı. Havalar serinleyince kulaklıklarınızı takıp bu müzik eşliğinde yürümeye başlayın. Özellikle başlığa esin kaynağı olan Take Me Higher muazzam bir şarkı.

***

Dışarıdan kahveni al, içerde takıl

Geçen haftalardan beri, Salon İKSV, Zorlu PSM, Garaj İstanbul gibi mekânların yeni sezon programlarını paylaşıyorum. Paylaşmayı görev biliyorum. Uzun zamandır bahsettiğimiz zor durumda olan sektörel çıkmazın bir çıkış noktası bu programlar çünkü. Geçenlerde birçok mekân birbirlerinin programlarını sosyal medya hesaplarından paylaştı hatta. karşılıklı dayanışma önemli...

Geçen cumartesi resmen yeni sezonunu, aynı akşam açan Babylon ve Salon İKSV açılışlarına gittim. Babylon’a sadece uğramak zorunda kaldım çünkü Salon İKSV açılışında eski gazeteci dostum Çetin Cem Yılmaz ile plaklarımızı çalarak programa dahil olduk Gönlümüzde hepsi bir. Hepsinin ilk sezonlarından itibaren takip ettik, ediyoruz. Geçen haftalarda Igorrr’un gerçekleştirilecek İstanbul ziyareti üzerinden Salon İKSV programını yazmıştım; Tekrara girmiyorum.

Babylon’daysa birtakım yenilikler mevcut. Bildiğiniz üzere Babylon, eski sokağı Asmalımescit’i bıraktıktan sonra Bomonti’de Bomontiada adı verilen kültür kampüsüne öncü şekilde ilk olarak açıldı. Bu sezon ortam son halini aldı. Burada konser, sergi, yeme ve içme olarak resmen bir deneyim mekânı olmak üzerine uğraşılıyor. Önce Babylon ve Atölye’yi takip ettik. Bomontiada’daki en favori mekânlarımdan Kilimanjaro’nun şahane mönüsünü deneyimledik. Alt’taki interaktif sergilerde dolaştık. Kiva, The Populist ve Delimonti’nin mönülerini kurcaladık durduk. Konser önceleri sonraları deneyimden keyif aldık. Son olarak Bomontiada, Monochrome ve hemen arkasındaki Leica Gallery İstanbul’un da açılmasıyla son halini aldı.

Babylon ise bu yıl pek çok yerli yabancı isme sahne açıyor. Bu akşam ve yarın Nouvelle Vague’ın sahne alacağı mekânda önümüzdeki aylarda Ceylan Ertem, Deniz Tekin, Gaye Su Akyol, Büyük Ev Ablukada - Fırtınayt, Ayyuka, BaBa Zula, Redd gibi yerli isimlerin yanında Michelle Gurevich, Dubioza Kolektiv, Hanni El Khatib, Sevdaliza, A-WA, Marc Ribot & The Young Philedelphians, Timber Timbre ve Marian Hill gibi yabancı isimleri görebileceğiz. Tabii ki bunlar kasım ayı sonuna kadar sahne alacak isimler. Yeni yılda sahne alacak isimleri zamanı gelince yine paylaşırım.

Artık hiçbirimize sadece konsere gitmek yetmiyor. Trafikti kalabalıktı derken evlere kapandık fakat çıkınca da eve giresimiz gelmiyor. Eskiden sadece bir sergi gezmek için çıkılan evlere artık en az 3 aktiviteye girip çıkmadan dönmek kesmiyor. Bomontiada’yı son 1 haftada 2 kez deneyimleme şansı bulunca rahatlıkla söyleyebilirim ki konser için girip 5 saat sonra çıkmak mümkün. Hafta sonları gayet dolu geçiyor. Mekânlar arası mekik dokuma mantığı üzerine kurulu bu deneyim adası artık tam anlamıyla çalışır vaziyette. Kabul ediyorum mekânların mönüleri her keseye uygun değil. Fakat ve dışarıdan içecek veya yiyecek getirebiliyorsunuz. Bu müthiş bir detay. Yalnız dışarıdan siparişte kalabalık yüzünden bence sorun çıkabilir, siz en iyisi ne istiyorsanız alıp gelin. Kısacası bir konsere gelince içeride sürekli para harcamak zorunda değilsiniz. Dışarıdan kahve veya yiyeceğinizi getirip Bomontiada’nın ortak kullanım alanlarında konseri bekleyebilirsiniz kısacası. Bu ilgimi çeken ve sizin de ilginizi çekebileceğini düşündüğüm bir detaydı. Bu sezon ortamı tecrübe etmenizi tavsiye ederim.