Alçaklığın kaynağı, tabiî ki 12 Eylül cellatları. Aslında tek alçaklık değil: Bunlar, seri cellat. Moderatör ise, Özal.
Bir teki üzerinde duralım: Yüzde 10 barajı. HDP barajı aşamasın diye neler yapmadılar ki. En melûncası, Diyadin tezgâhı: Yaralı erleri bırakıp gittiler; birileri onları öldürsün, PKK yaptı diyelim, PKK üzerinden de HDP’yi katil ilân edelim; o da baraj altında kalsın.
Bu oyuna gelmedi, şerefli ve tecrübeli halkımız. Bunun üzerine 150’ye yakın saldırı; HDP toplantı, bina ve araçlarına; 30 kurşun ve işkenceyle adam öldürme ve canlı canlı insan yakma teşebbüsü dahil. Maksat, insanları sokağa döküp, HDP tabanını şeytan ilân etmek. O da olmadı; o zaman sıra geldi, parti binalarına patlayıcı tuzaklamak, ardından da 5 Haziran Diyarbakır katliamına..
Bu alçaklıkların hiçbiri tutmadı; 80 milletvekiliyle girdi Meclis’e HDP. Bu sefer de, bölücü faşistler “Saymıyoruz bu milletvekillerini” diye tutturdu: Saymıyorsanız, ya kendiniz ya da HDP için gidin ayrı bir Meclis bulun/kurun. Kimse demedi bunu açıkça, bağıra bağıra: Kılıçdaroğlu da, Bahçeli de aynı okulda okumuşlar; aynı okulda, aynı dönemde; ‘üniversiteye giriş puanı’ meselesi diyebilir miyiz?
‘Bölücü faşist’lerin kaldıraçlığı sayesinde, 7 Haziran’da iktidardan düşen AKP, iktidarı bırakmadı; yani, darbe yaptı; ancak anlık, bir defada değil, süreçsel bir darbe: Suruç’tan Ankara’ya, ülkeyi kana buladılar. Daha da önemlisi, halkı dehşete gark edip zihinsel/iradesel felce uğrattılar; ki, terörizmin de işlemsel tanımı tamı tamına budur.

Şu andaki iktidar, bu yaptıkları bağlamında tamamen gayri-meşrûdur.
2009 yerel seçimlerinde, Kürt siyasal hareketi, 99 belediye başkanlığı kazanınca, ne dedi bu teröristler: Bu Kürtlerin siyasete karışanlarını, seçim kazananlarını tutuklayıp içeri atalım; kitle de görsün bunlara oy verip seçim kazandırmanın bir işe yaramayacağını; ürksün, korksun, yılsın, bizim eteklerimiz altına sığınsın diye.

KCK operasyonlarında 10 bine yakın insan tutukladılar , hem de alay-ı valayla, 50-60 kişilik kafilelere elleri kelepçeli resmigeçitler yaptırtarak, kentlerin, kasabaların göbeğinde. Sonra, polisin sözde ‘iyi’si çıktı ortaya, sırıta sırıta “güzel şeyler olacak “ diye: Habur girişleri; yasaya aykırı ‘çadır mahkemeleri’ üzerinden; aslında yasa dışı; ama, “bak ne güzel, barıştan/çözümden yana” dedirterek, yasaları rafa kaldırma, ‘istisna durumu’na karar verme yetkisini kendi keyfîlik alanına almak, senin rızanla tasdik ettirtmek üzere.

‘İstisna durumu’nu belirleme yetkisini kendi keyfîlik alanına bir kere aldıktan sonra, her türlü keyfîliği yapabilecek demektir: Darbeler, bir günde, bir anda yapılır; ama, diktatörlükler adım adım inşa edilir.

12 Eylül, siyasal katılımı iyice sınırlamıştır, en başta yüzde 10 alçaklığıyla. Bu sınırları mahallî düzeyde ve/veya bağımsız adaylar üzerinden aşanları cezalandırmak ise darbeci döllerine düşer; ama, alçaklığın da alçaklığı vardır: Silahsız siyaseti, yönetimde söz sahibi olmayı –ki, bu yöndeki ideal hedef ve de şerefli ideal, ‘özyönetim’dir- engellemekle de yetinmeyip, aynı zamanda cezalandıranların son numarası, insanların muhatap ve kaale alınmasını ‘eli silahlı’ olma şartına bağlaması, tabiî, bu arada silahsız/legal siyaseti de itibarsızlaştırmak olacaktır.
‘İmralı süreci’, barış yolunda bir girişim değil, siyasette legalite sınırlarını 12 Eylül’ün öngördüğünden bile daha daraltırken, ilk bakışta hayırhah gibi görüldüğü ölçüde kendisine karşı çıkılması da oldukça zorlaşacak ‘istisnaî’ tasarruflar aracılığıyla, tümüyle keyfî bir diktatörlük rejimi kurma stratejisinin, çok aptal olmayanların daha ilk günden teşhis ettiği bir manevradan başka bir şey değildir.

Bir devlet, kentine kasabasına tankla topla, tüfekle girmeye kalkmışsa, artık oraları kendi toprağı, kendi kendisini de o toprakların devleti olmaktan çıkartmış demektir: Bak Erdoğan, er veya geç sen de öleceksin; kıyma bu ülkeye ve halkına, sırf bir ‘başkan’lık uğruna.