Siz bilerek seçtiğiniz yalnızlığın mutlu esirisinizdir. Bundan sonra hem daha fazla direnmek için çıkarsınız sokaklara, hem de anlaşılamamanın derin kıyameti altında kalırsınız öylece

Hepimizin öyküsü aynı

>EREN AYSAN

Taziyelerin içinden geçen bir ömür düştü bize. Bir ağız vişne dolusu gülebilirdik oysa. Birbirimize acılarımızı almak istercesine sarılmak yerine, sadece mutlulukla bakabilirdik. Cinayetler, katliamlar ülkesi olmazdık o zaman. Ardı sıra patlayan bombalar arasında yakınlarımızı aramak telaşına kapılmaz, yüzü ölüme düşen insanlarımızın fotoğraflarına umutsuzca bakmazdık. Gezi direnişinde hayatını yitiren Ethem Sarısülük’ün evini yine yaşamlarının önü kesilen aydınların çocuklarıyla Özge Mumcu, Alaz Erdost ve Sertaç Ekinci’yle birlikte ziyarete gittiğimde de, hemen ardından Seferihisar’da Ali İsmail, Medeni, Abdocan’ın yakınlarıyla yan yana geldiğimde de, Ankara katliamında evlatlarını kaybeden ailelerin bir kısmıyla tanıştığımda da eksik kaldı sözlerim. Onlara, eşinizin, çocuğunuzun kokusu evinizde kalmayacak, kaybolacak, diyemedim mesela. Başlarındaki kalabalığın dağılacağını, birgün bir başınıza kalacaklarını, ağlamaktan usanmayacaklarını dillendiremedim. “Geçecek, iyi olacaksınız elbette. İyi olmak zorundayız birlikte,” diye yalan söyledim. Bilirkişi gibi bir kenardan bakarken söylenecekler de vardı, söylenemeyecekler de...
Adalet mekanizmasının işlemeyeceğinden mi dem vursaydım her birine. Evet, bundan sonra her şey ailenin direnme gücüne bağlıdır, yıllarca sürecek yalnız koşu başlamıştır yeniden. Çember tamamlanamayacaktır artık. Suçluların salıverilmesi, yapılan itirazlara rağmen yakalama emrinin gerçekleşmemesi süreci katmerleyecektir. Sanıklar kırmızı bültenle aranmasına rağmen yakalanmayacak, yıllar geçince her birinin resmi nikahla evlendiği ortaya çıkacaktır. Sonra zamanaşımı olgusu kapıyı çalacak, bir anda suçlular ellerini kollarını sallayarak dolaşmaya başlayacaktır ortalıkta. Dahası suçludan reklam yıldızı yapmaya, hatta milletvekili bile devşirmeye varacaktır iş. Ne acı ki, hepsi hayatımızın yakıcı bir parçası olacak, nefessiz bırakacaktır bizi... Diyememedim...

Bundan sonra bir “seçkinyalnızlık” projesini içeren bir hayat kapıyı çalar. Artık “çaresizlik” ve “zeminsiz”lik yağmurları altında sürekli ıslanır insan. Albert Camus, yabancı bir otel odasında bir anını, kafasının içinde çınlayan sorularla, “İşte tabelalarını bile okuyamadığım bir şehirde savunmasızım. Yabancı bir şehrin seslerinin nüfuz ettiği bu odada, hiçbir şeyin beni bir evin ya da bir başka yerin sevgi dolu ışığına çekmeyeceğini biliyorum. Birine seslenebilecek miyim, bağıracak mıyım?” diyerek aktarır ya... Ancak bu seslenişin karşılığı hiçbir zaman olmayacaktır. Boş, kayıp ve hakların elinden alınma deneyimi “dışarıda bir yerde” değildir. Bu nedenle verilecek hesap kendinedir artık. İç hesaplaşma telafi imkanı bırakmadan, kırbaç altında yaşanacaktır. Şükrü Erbaş’ın dizeleri gibi olunacaktır: “Kimseye anı olmadan geçtim / taşı bile severdim / birisi tüy kadar dokunsaydı bana.” Yaşanacaktır bunlar... Diyemedim.

“Bir anlamda yalnızlık kendini bilmektir, öteki anlamdaysa, kendimizden ‘yalnızlığımızdan’ kaçıp kurtulma özlemidir. Yaşamın temel koşulu olan yalnızlık, kaygıdan ve kararsızlıktan kurtulacağımız bir sınavdır ve arınmadır. Bu yüzden yalnızlık labirentinin çıkış kapısında, mutluluğa ve yeniden birlik durumuna erişeceğimizi umarız.” der ya Octavia Paz Usta... O kendini tanımanın, bulmanın verdiği sancıyla eşsiz kıyılara çekilerek anlama duygusu yaşar. Bu durumun içerisinde yazgının yalnızlık olduğu bilgisi vardır. Bu ilk aşamada insana kadercilik imgesini verir. Paz da zaten kadercidir. Ama yakınını yitirmenin acısıyla baş başa kalan kişi artık kadere lanet etmemeyi öğrenir. Belki de artık kendini dinleme süreci başlamıştır. Tıpkı hedefine doğru ilerleyen bir ok gibi... Diyemedim.
Paz’ın ikinci yalnızlık seçeneğinde, ise her zaman yalnızlık bahçesinden çıkış olduğu düşüncesi vardır. Bu hep aynı süreklilik içinde yaşanacaktır. Çıkış bilgisini insan görür. Bu bilgiyi insan, “onlar” dünyasının içine her girdiğinde yaşar. En sonunda tekrar dışarı çıkıp şaşkın bir yalıtılmışlığa gömülür. Bu süreç defalarca tekrarlanabilir. Böylece çıkışsızlık ben ile dış arasındaki bir sarkaca dönüşür. Bu karşıtlık içinde sancılardan sancılara yuvarlanır insan. Hemen belirteyim, Paz’ın bir edebiyatçı olarak, belki de zaman zaman, “Yalnızlık Dolambacı” ekseninde de kapıldığı yalnızlık duygusunun bir “bilerek / isteyerek seçtiği” bir yöntem olduğunu anlamak gerekir. Paz’ın “seçkinyalnızlık” duygusuna ulaştığı yer de tam burasıdır. Öte yandan, bilerek seçilen yalnızlıkla tecrit arasındaki temel farklar bulunur: Biri gönüllü, diğeri de mecburidir, her şeyden önce... Oysa siz bilerek seçtiğiniz yalnızlığın mutlu esirisinizdir. Bundan sonra hem daha fazla direnmek için çıkarsınız sokaklara, hem de anlaşılamamanın derin kıyameti altında kalırsınız öylece. Coşku ve hüzün bir aradadır artık. Kimsenin size acımamasını istediğiniz için kaçarsınız kalabalıklardan, bir süre sonra... Diyemedim.

Sonuç mu? Daha fazla kendi içine gömülerek nefes alıyor, hatta yaşıyorsundur. Bir zaman sonra sıkıntı, insan yaşamının kendi içinde sürekli olarak tartımladığı bir ruh görüntüsüne dönüşür. Siegfried Kraucer diyor ya: “Günümüzde hala sıkılacak zamanı olup gene de sıkılmayanlar, hiç kuşkusuz sıkılmaya zamanı olmayanlar kadar sıkıcıdırlar.” Belki de bu sözdiziminde alaycı bir tasarım da mevcut. Ne fark eder? Uzun bunaltı nöbetlerinden çıkış olmadığını bilirsin artık. Diyemedim...

Bundan sonra elinde kalacak olan karşıtlıklar üzerine kurulu bir yaşam… Zorunda bırakılma hali... Kabulleniş ve reddedişin salıncağında her defasında ağrılı gelgitler... Varoluşun ateşli sancısı… Her defasında acıdan biraz daha haz alma durumu… Sisifos’un kayayı kendisine verilen cezayla tepeye çıkartıp, uçurumun kıyısından her defasında atma yenilgisi... Fakat bu yenilgiye bile sadakatle yaklaşmayı öğreniş… Edip Cansever mi demişti, Sisifos’un yenilgisinden tattığı duygu haline, Sisifos şehveti diye… Diyemedim.

“Haysiyet” sözcüğü sürekli olarak yalpalatır kişiyi. Mutluluğun değil mutsuzluğun kapısını aralatandır o. Mutluluk bu dünya için artık ölü bir kelime olmuştur. Mutsuzluk ise umutsuzluğun ağrılı çelişkisi... Diyemedim.
Birbirimizin gözlerine öylece bakıyoruz artık. Yeni ölülerle birlikte... Yeni Ankara katliamından sonra da... Hepimizin öyküsü aynı... Diyemedim.