RT Erdoğan noktasız virgülsüz konuşuyor. Balyoz davası kararı sonrası yaptığı ilk değerlendirmede “Yargıtay süreci de var… Şu anda NOKTA’nın konulduğu bir durum değildir” deyiverdi. Niye ki?

Böyle dedi ve yine noktasız virgülsüz konuşmayı sürdürdü. Susturabilen yok. Elbette gün gelecek, onun kurduğu cümlelere de virgül atan, noktalı virgül koyan ve hatta noktayı basan çıkacak. Ama kurduğu cümlelerin devamını bu kez bir başkası getirmiş olmayacak mı? Ve anlatılan yine bizim hikâyemiz olmayacak.

***

Türkiye’de bugüne dek siyaseten kurulan cümlelere, ara sıra normal akışında ama ağırlıkla kırmızı kalemle yapılan tashihlerle (düzeltmelerle) nokta konuldu.

Türkiye siyaset tarihi kırmızı kalemle yapılan tashihler tarihidir!

Nitekim AKP de 1. Cumhuriyetin cümlelerine noktayı koymuş, kendi cümlesini kurmak için yeni bir sayfa açmamış mıydı? Ama 1. ve 2. Cumhuriyette anlatılan hikâye, heyecan yaratıcı iniş çıkışlar yaratsa, üslupta (rejimde) değişiklik olsa da, son çözümlemede aynı hikâyeydi…

TSK ilk yıllarında AKP hükümetine bir nokta koymak istemişti. Ama beş yıl önce asıl nokta’nın TSK’ya konulacağının ilk işareti de verildi. Nokta dergisinin 29 Mart 2007 tarihli sayısında yer alan “Darbe Günlükleri” haberinde, 2004 yılında “Sarıkız” ve “Ayışığı" gibi adlarla üç darbe girişimi badiresinin “atlatıldığı” anlatılmaktaydı.

Ardından “bilinen” gelişmeler yaşandı. Nokta konulacağı düşünülen AKP önüne çıkan her kuruma nokta atışı ve noktalama yapmaya girişti. Kısacası “bu adamlar” intikam almayı kafaya ko’muşlardı bir kere… Son Balyoz kararı da bu yüzden Nasrettin Hoca’nın “uysa da kodum uymasa da kodum” sözü hatırlanarak epey tartışılacak…

Hakikaten bavul içinde taşınan fotokopi belgelerin hepsi martaval olabilir. Hakikat şudur ki, AKP’liler askeriyenin kendilerinden hiç hazzetmediklerini, alaşağı etmek için fırsat kolladıklarını bilmekteydiler, algılamaktaydılar. Bu öyle bir algı ve bilgiydi ki, belgeye filan ihtiyaç duyulmazdı. Orta yerde hukuki bir hesaplaşma yoktu ve dalkılıç bir siyasi kavga vardı ve hukuk bu kavganın sadece kılıfıydı.

Yargılayanın da yargılanın da tarih önünde suçlu olduğu bir düzlemde, birinciler kazandı. Çünkü artık hem suçlu hem güçlüydüler. “Yenenler, yenilenlerin ‘haki’ libaslarında silmişlerdi kılıçlarının kanını.” Dolayısıyla bu yargının hukuka aykırılığı-uygunluğu tartışmalarının da pek önemi yok. Önemli olan AKP’nin kılıçlarını haki libaslılar yanı sıra kendisine muhalif herkese sokup çıkartmaktan çekinmemesi. Ergenekoncu suçlamasıyla, örneğin Soner Yalçın gibi farklı kesimlerden birçok muhalifi zindanlara doldurabilmesi, KCK’li suçlamasıyla etkisizleştirebilmesi…

Öyleyse hangi hukuk? Dün BirGün’de sol partilerin Balyoz davasıyla ilgili görüşleri yer alıyordu ve haklı olarak “hukuk ihlalinden” de yakınılıyordu.

Orta yerde, Ortadoğuluk yerde ABD var iken, onun kendi lafının üstüne laf etmemesini şart koştuğu bir TSK’ya da ihtiyacı var iken, AKP cenahının intikam aldığı birkaç paşanın canı yanmış kime ne? Şimdi bu paşalar beraat etseydi, “Yaşasın adalet, Türkiye’de hukuk var” mı diyecektik? Türkiye’de hukuk, asker-sivil fark etmez, hep çifte standartlı oldu, hep “güçlünün” hukuku oldu! Dün onlar güçlüydü, bugün bunlar güçlü. Maddi güç bunlarda ve bu gücün maddi kaynağı da belli, sermaye ve illa ki uluslararası sermaye…

Delilleri melilleri bilemem, ama şahsi kanaatimin hiçbir kıymeti olmadığını bilerek şunu diyebilirim ki, bu paşalar kendi aralarında oturup bu darbe işlerini mutlaka konuşmuşlardır. Çünkü bünyelerinde var. Konuşmadan ve girişmeden duramazlar.

“Hukuk ihlali” elbette aşikâr. Ama bu memlekette, sadece AKP döneminde değil, daha öncesinde de hukuk var mıydı? Hayır! Zaten hukuk devletinden söz edilebilseydi, sadece Sedat Ergin’in yazdıkları bile, Balyoz davasındaki hukuksuzluğun ve intikamcılığın teşhirine yeterdi…

Ve her olay gibi bu olay karşısında da derhal “kınayanlar ile kına yakanlar” ortaya çıktı. Bu tür “zıtlaşmanın” dışındayız elbette. Ama mesela Ergenekon davası “mağdurlarından” emekli Orgeneral Hıfzı Çubuklu 12 Eylül’de beni cezaevinden tekrar işkenceye gönderen yüzbaşı rütbesindeki bir askeri savcıydı! Başka ne diyeyim? Üstelik bizler bu paşalar gibi kendimizi hiç mağdur görmemiştik, zalimlerin muhatabı görmüştük…

Balyoz kararının aynı zamanda Ergenekon için de şimdiden verilmiş emsal bir karar olduğu söylenebilir.

Henüz nokta konulmamışmış da Yargıtay sürecini beklemek lazımmış! Erdoğan’ın bu kem kümü, “yargıya gerekenleri söylediği halde” bazen onu bile dinlemediği, cemaati dinlediği, yargıya bazen gücünün yetmediği şeklindeki iddialara hak verdirebilir. Ama reel politik bakımdan güçler dengesinde son noktayı koyabilen ABD, elinde bir kırmızı kalem, noktalama işaretlerinde “hata yapanlara” müdahale ediyor ve gerekli düzeltmeyi yapmıyor mu? Ve artık ABD bu tashihinde “darbe” değil de iç savaş kışkırtması anlamındaki “devrim” kelimesini tercih ediyor! Lakin onun tashihleri de çoğu kez işe yaramıyor; işte yıllar önceki Sovyetlere karşı “Afganistan Taliban devrimi” ve en son “Libya devrimi” elinde patladı. Peki ya “Suriye devrimi” de infilak ederse, en fazla hasar gören AKP olmaz mı?

***

Evet, Türkiye siyaset tarihi kırmızı kalemle yapılan tashihler tarihidir!

Malum, bizler, sosyalistler kendimize kırmızı değil kızıl demeyi severiz. Ve bizler kalabalıklar içinde minicik ama kızıl bir noktayız. Kelimenin iki anlamında da, hem haldeki hacmimiz hem cümle sonundaki (tarihsel bakımdan) “bitti” imgesi olarak...  Belki bunu bildikleri için yıllar önce Fatsa operasyonuna da “nokta operasyonu” demişlerdi!

Evet, şimdilik hacim olarak öyle ufak bir noktayız ki dikkate alınmıyoruz; göze dahi çarpmıyor olabiliriz. Ve fakat Türk ile Kürt, Alevi ile Sünni her emekçinin öznesi ve fiili olarak kurdukları cümleler sayesinde hacim olarak nokta olmaktan çıktığımızda, muktedirlerin cümlesi için “en son nokta” olabileceğimizin de bilincindeyiz.

“Darbe, Balyoz, yargıya gerekeni söylemek” filan… Bunların hepsi cümbür cemaat, sizlerin yazdığı hikâyedeki kelimeler ve cümleler... İstediğiniz yere virgül, istediğiniz zaman nokta koyabiliyorsunuz.

Ama en son ve kızıl noktamızın konulduğu yerde yepyeni bir cümle kurulacaksa eğer, o cümlenin başlatacağı paragrafın, o paragrafın devamındaki yeni bir insanlık hikâyesinin, o hikâyenin yazılacağı bir kitabın, o kitabın kapağında yer alacak başlığın adını da şimdiden söyleyelim:

Devrim, hem de “noktasız” devrim!