Gencecik çocuklar öldürülüyor. Bayraklara sarılıp annelerine veriliyor: Buyrun, şehit. Gururlanıp sevinebilirsiniz. Siz sürünün burada o şimdi cennette.

Her fail  cinayet mahalline döner

Barış ne kadar oyunlu bir kelime. Herkes kendine göre bir şey anlıyor. Halbuki ne kadar basit: Barış yahu. Şu müthiş barış şovlarının yapıldığı rock müzik alemi vardır ya… Savaş karşıtlığı ondan sorulur. İşte o rock müzik alemini başlatan şarkıyı bilirsiniz: “Rock Around The Clock”. “One two three o’clock four o’clock rock” diye başlayan şarkı. Bill Haley and The Comets’in bu meşhur şarkısı bir 45’lik. Yani iki yüzünde birer şarkı olan o küçük plaklardan. Bu 45’liğin öbür yüzündeki şarkı ne biliyor musunuz? Thirteen Women. Yani Onuç Kadın. Şarkı “Last night I was dreaming / Dreamed about the H-bomb” diye başlar. Abimiz rüyasında hidrojen bombası görüyormuş. Bomba patlar. Herkes ölür. 13 kadın ve bu abi hariç. Fanteziye bakar mısınız? Ve bu hastalıklı fantezinin bulunduğu 45’liğin bir çığır açacağını ve açacağı yolda dünyanın en organize savaş karşıtı hareketlerinin olacağını düşünebilir misiniz? Oluyor öyle. İskender Likya’ya defalarca saldırmış. Xantos, birkaç kere soykırıma uğramış. Şöyle. İskender dalıyor, erkekler ve kadınlar savaşıyor. Likyalılar savaşı kaybedeceğini anlayınca önce çocuklarını sonra karılarını öldürüyorlar. Sonra kendileri de savaşa savaşa ölüyorlar. Tek bir Xantos’lu kalmayana kadar. Kalanlar birbirini öldürüyor sağ teslim olmamak için. Sonra o sırada Xantos dışında olan Xantos’lular gelip yerleşerek tekrar kuruyorlar şehri. İskender böyle bir onur karşısında kafayı yiyor tabii. Kurtarılan Likyalı başına para vaad ediyor. Yalvarıyorlar teslim olmaları, birbirlerini öldürmemeleri için. Yahu git İskender’e ne istiyorsa ver. IŞİD mi bu, kadınları çocukları satacak hali yok ya… Öyle değil işte. Likyalılar zaten tarih boyunca egemenlik meraklısı olmamışlar. Genellikle başka devletlere vergi vermeye rıza göstererek özerkliklerinden, kendilerini yönetmekten taviz vermemişler. Ama işte savaşmanın kaçınılmaz olduğu zamanlar olmuş. Savaş gerektiğinde savaşmak gerekir. Bunda tartışılacak bir şey yok. Rojava’da barbarlara karşı savaşanlar şuracıkta. Ne yapsınlar? “Buyrun çocuklarımızı satın, bizi öldürün, malımızı yiyin.” mi desinler? Elbette haklı savaş. Barbarlar gelirken laf mı anlatacaksın: “Yahu şimdi buraya gelip 5 yaşında çocukları seks kölesi olarak satacaksınız ama önce bir konuşsak şu konuyu aramızda. Belki halledebiliriz.” diye bir cümle olabilir mi? Buna en azından bu gazeteyi okuyan insanlar arasından itiraz eden olacağını zannetmiyorum. Peki, buradaki savaş ne iş? Hergün cenaze var. Çocuklar, düpedüz çocuklar öldürülüyor. Çıplak kadın cenazesi sokaklarda gezdiriliyor. Gencecik çocuklar öldürülüyor. Bayraklara sarılıp annelerine veriliyor: Buyrun, şehit. Gururlanıp sevinebilirsiniz. Siz sürünün burada o şimdi cennette. Sertifika da vereceğiz duvarınıza asarsınız. Hatta belki yarın birgün bir üst geçite adını bile veririz. “Eee, bu çocuk niye öldü?” “Vatan için” “Vatana ne olmuş? İskender mi geliyor?” Boşverin bunları. Yahut boşvermeyin. Tutun ki vatanı savunuyorlar hakikaten. (Bakınız Likya’daki yahut Rojavadaki insanlar vatan savunması yapmıyorlar. Evlerini savunuyorlar. Herkes evini savunur. Savunmalı.) Kimin vatanını kimden kurtarıyorlar peki? Yahu bunu da bırakın. Vatan nedir peki? Hiç tanımadığımız birileri yıllar önce gelip bizi ilgilendirmeyen bir takım saiklerle bir takım çizgiler çizmişler. İçine vatan demişler. Yahu 4 milyar yaşında bir dünyada yaşıyoruz. 100 yıllık çizgilerin lafı mı olur? Hangi çizgi bir tek kişinin ölmesine değer. “Vatan tüm kötü alışkanlıkların anasıdır: illetten tedavi olmanın en hızlı ve etkin yolu onu satmak, ihanet etmektir: nasıl mı satmak? ister pahalı ister bedavaya: kime mi? en yüksek peyi kim sürerse ona: ya da, verip kurtulmak ağulu armağanı, onu hiç bilmeyene, bilmek de istemeyene: ister zengine ister yoksula, umursamazın tekine ya da bir âşığa: salt ihanet zevki yeter: bizi belirleyen, bizi tanımlayan, istemeden bizi bir şeyin sözcüsüne dönüştüren: üstümüze bir yafta yapıştıran, bize bir maske yakıştıran ne varsa ondan sıyrılma zevki uğruna (...) haraç mezat satmak her şeyi: tarih, inanışlar, dil: çocukluk, manzaralar, aile: fırlatıp atmak kimliğini, sıfırdan başlamak: Sisyphos olmak, aynı zamanda, kendi küllerinden yeniden doğan Anka kuşu.” – Juan Goytisolo, Yeryüzünde Bir Sürgün, Metis Yayınları Farkında mısınız konu bu çizgiler bile değil. Kimse açıklayamıyor bu çocukların niye öldüğünü. Ama çocuklar ölmeye devam ediyor. Anlayabilen beri gelsin. Hayır, enseyi karartmıyorum. Hiç karamsar değilim hatta. Eminim ki bu akıl dışı durum uzun süremez. Ama üzülüyorum. İnsan nasıl üzülmez ki? Yazımı Ankara’nın en karizmatik sosyoloğu, Engürü “kaavesi” rind’lerinden Adnan Akçay’dan bir alıntıyla bitirmek istiyorum: Her fail, cinayet mahalline mutlaka geri döner: Siyasilerin cenaze merakı biraz da bu nedenledir… Barışa!