Kitsch güzeldir. Ama kitsch, halka ait, kendiliğinden olduğunda sempatiktir. Koca koca insanlar büyük bütçeler oluşturup da kitsch işlere imza attığında, adına Süzer Plaza, Zorlu Center, Ankara’nın amblemi, üst geçit, Taksim Meydanı, Karaköy Tünel’in çakma mozaik süslemeleri filan dediklerinde komik olurlar. O vakit bunun adı da artık kitsch değil, zevksizlik yahut görgüsüzlük olur.

Her gönlün bir köşesinde  yaralanmış bir yer vardır!

İletişim Kitabevi vardı bir vakitler Ankara’da. Orada pazar konuşmaları olurdu. Ünlü insanlar gelir, alt katta konuşurdu.
Bir gün Orhan Gencebay gelecekti söyleşiye. Eski, siyah, gösterişsiz ama çok klas bir Mercedes’le geldi. Kapı açıldı, yumurta topuklu kahverengi iskarpini göründü. Ayağıyla bastı yere. Ama ne basış. Sanki zemin kontrolü yaptı o ayak. Kızılay yolları kalbinde hissetti iskarpini. Söyleşi esnasında bir duruş durdu, elini bacağına bir koyuş koydu, dedim adam gitti gidiyor. Kasılacak kaldıramayacaklar buradan.
Aynı söyleşiye koşturarak ve kolunun altında kalın kitaplarla, tek tarafı camsız oval gözlüğüyle gelen canımız arkadaşımız Ulus Baker’imizin anti tezi gibiydi. Çok görkemliydi. Çok klastı. Kitsch’ti ama çok samimiydi.
Rakı seven insanın kalbinin bir köşesi kitsch’tir. Sadece nesneleri değil, ritüelleri de öyledir. Yani ucuzdur, basittir, komiktir, tarif etmeye kalksanız sizi komik duruma düşürecek bir duygusallık vardır. Ne bileyim, başka hangi insan türü şerefe yapma, kadeh tokuşturma faslını bu kadar önemseyebilir? Yok bardağın orasına vur, burasına vur, masaya vur, alnını tut filan diye şekil yapar, tarz yapar?
Zeki Müren kostümleri, Ahmet Kaya tonlamaları, Müzeyyen Senar bardak çevirmeleri, Tanju Okan sözleri şahidimdir ki rakı seven insanın dinlediği müzik iyidir, hoştur, bir tanedir, ama onun da muhakkak bir yanı kitsch’tir.
Ahmet Kaya’nın mezarı kitsch’tir.
Kitsch deyip de geçmeyin ama. Kitsch ile yüksek sanatın arasındaki çizginin göründüğü kadar kalın olmadığı açık. Bugünün yüksek sanatı tarihin bir evresinde elbette ki halkın ucuz sanatıdır. Halkın yaratmadığı bir müzik, bilim ve sair yoktur zaten. Bilim kısmına şaşıran, “evet CERN zaten Alpler’de Heidi’nin oluşumudur” diye dalga geçen varsa lütfen zahmet edip Clifford D. Conner’ın Halkın Bilim Tarihi isimli kitabını okusun. Pişman olmayacak.
Tüketicisi de aslında birbirinden çok uzak değildir. Hem aynı anda kitsch olup da “yüksek” sanat tüketicisinin hizmetinde olan bir yığın şey vardır. Örneğin Yanni’den Kitaro’ya giden o New Age mezbelesi bunun en önemli kanıtıdır.
Kitsch güzeldir.
Ama kitsch, halka ait, kendiliğinden olduğunda sempatiktir. Koca koca insanlar büyük bütçeler oluşturup da kitsch işlere imza attığında, adına Süzer Plaza, Zorlu Center, Ankara’nın amblemi, üst geçit, Taksim Meydanı, Karaköy Tünel’in çakma mozaik süslemeleri filan dediklerinde komik olurlar. O vakit bunun adı da artık kitsch değil, zevksizlik yahut görgüsüzlük olur.
Ben, buradan dilim döndüğünce sık sık şunu anlatmaya çalışırım: Bu memleketin ciddi sorunlarına ciddi çözümler gerekmiyor aslında. Konuşulan sorunların pek çoğu bir Türkçe sözlük ve iki gram izanla kolayca çözülür.
E-posta atılan bir dünyada “ana dilde eğitim” diye bir sorun olabilir mi? Kadın yahut işçi katliamları sorunu çözmesi zor olduğu için mi yoksa niyet olmadığı için mi çözülmüyor? Yahut Kıbrıs sorunu? Bir kâğıda yazsınlar sorun diye çağırdıkları ilkel şeyleri, devletler çekilsin görüşmelerden, her iki “taraftan” da dokuz yaşında üçer çocuğu bir odaya koysunlar, iki günde çözerler bütün sorunu.
Bir gün bu ülke kendisini 15. yüzyıla ve 1920’lere çekiştirmeye çalışan ve aslında epey azınlıkta olan iki kutuptan kurtulur elbet. O gün birazcık akıl ve iyi niyetle yönetilirse bu sürmenaj olmuş sorunların pek kolay çözüleceği görülecektir.
Ama ya az konuşulan sorunlar? Toplumun kılcal damarlarına kadar işlemekte olan zevksizlik, nezaketsizlik, görgüsüzlük, hoşgörüsüzlük? Bunların çözümü o kadar kolay değil işte.
Ferdi Tayfur, Emmoğlu’ya klip çektiğinde sempatik olur. “Bu kadeh senin şerefine emmoğlu” der, Yeni Rakı’lı çilingir görünür, çay bardağında rakıyla şerefe yapılır. “Ben de bu dağların nesine geldim” derken dağları görürüz. “Meleşir kuzular sesine geldim” derken kuzuları... “Bir garip ölmüş de yasına geldim” derken de bir garip cenazesi görürüz. Arada da aşırı makyajla güzelliği örtülmeye çalışılmış ama neyse ki becerilememiş Şebnem Dönmez görünür. Aşırı “tanımlı” bu klip, bir kitsch abidesidir. Ama sempatiktir. Tıpkı şarkısı gibi.
Ama “kitsch işleri başkanı” Melih Gökçek Ankara’ya amblem yaptığında bu böyle olmaz. Çünkü kitsch insanla birlikte sempatiktir. İçinden insan çıkarılmış “şeyleri” süslerken değil.
Çilingirde masa örtüsü yerine kullanılan renkli muşambalar da gazete kağıtları da ucuzdur, basittir, kitsch’tir. Ve yine sempatiktir.
Ama Ankara’da yerli yersiz fışkıran sular, İstanbul’daki çiçeklerle yapılan dikey ve yatay ‘deneysel’ çalışmalar hem çirkindir, hem israf. Keşke hayat bugünkü muktedirlerin tasavvur ettiği gibi yürüseydi. O vakit bir yerden köşeden su ve çiçek fışkırtmak o yeri güzelleştirmek için yeterli olurdu.
Sadece bu iktidara da değil lafım. Bu ülkenin muktedirleri hiçbir zaman insanı önemsemedi. Halk onlara hep masif, idare edilmesi gereken bir yığın gibi göründü. Her gelen şehirleri biraz daha çirkin hale getirdi.
Güzellik diye işlevselliğe yahut görkeme dayalı bir çirkinlik dayatıldı. Binalar, sokaklar yaşam değil yatırım alanları olarak görüldü.
Meşhur laf, “herkes hak ettiği gibi yönetilir” der ama bu kadarını kimse hak etmez be kardeşlik.
Bu hafta kadehler Ulus Baker’in şerefine.