Geçen ay gazetelerde çıktı; şerefli bir insan erkeği yavru bir kediye tecavüz etmiş; hayvancık bir ay tedaviden sonra vefat etmişti ve ben de “tamam” demiştim, “AKP rejiminin ortalama vatandaşı kendini gösterdi”. Oysa, ortalamanın da ortalaması varmış: Hürriyet gazetesine baskın ve tecavüzün başını çeken, herkese tehdit ve hakaretler savuran ödlek, Bakan Yardımcısı oldu; hem de Gençlik ve Spor Bakanı Yardımcısı.

Tamam, Türkiye’nin de bir sürü pisliği vardı; ama, Soma’da Erdoğan polisinin yere yatırdığı madenci yakınını tekmeleyen kravatlı başbakanlık bürokratını, gazete baskıncısı sergerdeyi görünce pek bir kötü oluyor insan. Ancak, kendi vatanımızı bu pek ‘şeref’li güruha teslim etmemek de biz insanlar için varoluşsal bir zorunluluk.

Erdoğan’ın pek şerefi özel timleri ve ordusu, ‘kendi’ topraklarını yeniden fethetme peşinde, kentin/kasabanın çıkmaz sokaklarına bile tank sevk edip, evinin bahçesindeki tuvalete giden insanları kahramanca ‘etkisiz hâl’e getirerek: Hiç mi utanmıyor bu yaratıklar; üstelik, benim vergilerimle beslenip, benim de elime kan bulayarak.

Bu savaşı Erdoğan başlattı, “verin dört yüz milletvekilini, bu işi huzur içinde kotaralım, aksi hâlde sizi bekleyen sadece ve sadece kaos, kan ve gözyaşı” dediği anda. Aynı şeyleri tekrarlayan bir sürü yaratık daha çıktı, kendi etrafından; ancak, adları ne akılda tutulmaya değer ne de anmaya; zira, bunlar İngilizce’deki ‘it’ zamirinin ötesini hak etmeyen nesne mesabesindeki ‘şahsiyet’ler; ki, bu arada, -en az 45 yıl önce Oruç Aruoba’dan öğrenmiştim- kendisi bir nesne, hem de cansız bir nesne olmasına rağmen, İngilizce’de ‘gemi (ship)’nin ‘it’ değil de ‘she’ zamiriyle temsil edildiğini de belirteyim, her teknenin kendisine özgü bir yol alış, dalgaları karşılayış, fırtınaya direniş tarzı, kısacası iyi kötü bir ‘şahsiyet’i olduğu için.


7 Haziran’a kadar, Erdoğangillerin savaşı büyük ölçüde savaşa tahrik olarak tezgâhlandı: Diyadin hainliğinden 5 Haziran Diyarbakır katliamına kadar uzanan saldırı, bomba yerleştirme, insan kurşunlama ve yakma canilikleriyle, sayıları 180 civarında. Daha sonra ise 250’yi aşkın saldırı, yakma-yıkma ve bina baskını; HDP Genel Merkezi’nin işgal ve tahribi de dâhil olmak üzere. Ve bütün bu barbarlıklar; devlet destekli canilerden bir teki dahi tutuklu kalmaksızın.

Bütün bunlar da yetmedi; önce Suruç, sonra da Ankara katliamları düzenlendi. İçişleri Bakanı’na bakılırsa hiçbir istihbarat ve güvenlik zafiyeti yoktu: Doğrudur; zira, belki kendilerinin düzenlemiş/düzenletmiş, yönlendirmiş, en azından önünü açmış oldukları ‘münferit vaka’lardı bütün bunlar.

Komplo teorilerine en uzak kafaları bile ayıktıracak kadar kaba, yontulmamış bir takım iş başındaydı: Suriye’ye iki ‘adam’(!..) gönderip dört füze fırlattırtılar mıydı bu tarafa, al sana işte en alâsından bir ‘savaş ilânı’ gerekçesi. En son numaraları Başika’da kurmak istedikleri üs civarına IŞİD saldırısı düzenletmek oldu, oralara asker gönderme girişimlerinde ne kadar haklı olduklarını iftiharla ifade etmek üzere.
Neyse, bunların marifetleri saymakla bitmez; ancak Pamukova’dan Roboski’ye, Reyhanlı’dan Ankara’ya ve şu anda Kürt ellerinde uygulamakta oldukları katliamlar da, insanlıktan zerre nasip almış hiç kimsenin de aklından silinmez.

Ancak, bütün bu silinmezlerden önce, pek çoğunun aklına bugün bile hâlâ kaydedilmiş olmayan bir şey var ki, o da şu: ‘İmralı/Çözüm/Barış Süreci’ şenliği başladığında, Öcalan’ın avukatlarıyla görüşmesi konusundaki bugün de hâlâ devam eden yasadışı tecrit ta 2011 Temmuzu’nda başlamıştı. Ya da şöyle söyleyelim: Birilerinin bizi yaratandan ötürü sevdiğini söylemesi, işine/yeri/zamanı geldiğinde yine aynı yaratana sığınıp yine bizi tokatlayabilme vizesini kendisine kendi elimizle peşinen vermemiz için uzattığı tuzak-havuçtan başka bir şey değildir.