Gösteri için sahneye çıktığımda polis kamerasının da çalıştığını gördüm. Ne arıyorlar? Gizli değil ki yapılan iş! Bu ne berbat bir alışkanlıktır! Yazardan, gazeteciden, sanatçıdan korkan, sürekli başına iş açacağını düşünen bir devlet yapısı…

Her iktidar kendi aydın nefretini yaratır

1
Samsun’a ikinci gelişim. Karadeniz’i ne kadar az tanıdığımı fark ettim. Daha sık gelmeli, bu dalgalı, isyankâr deniz insanlarının yüzüne derinlemesine bakmalı, dinlemeliyim onları. Otelin penceresinden dalgın salınan suya baktım. Uzaklar maviydi de, hemen yanı başım bulanık, kahverengi görünüyordu. Şehir bir yandan kimliğini korumak için çırpınırken, öte taraftan görgüsüz betonlaşmaya teslim olmuş haldeydi. Kitap Fuarı yine uzakta elbet… Uzun, tıkalı bir trafikte yaptığımız yolculukla geldik alana.

Halkın bayram yerine, panayır meydanına gelir gibi sevinçle koşması fuarlara mutlu ediyor ilk anda yazarı. Binaya girince bu gerçek yerini hazin bir manzaraya bırakıyor. Kitap fuarlarına kimlik veren romancılar, şairler, düşün insanlarıdır. Oysa şimdi falcı, büyücü, uyduruk ağdalı sözleri şiir diye yutturanlar, dinciler, popüler aşk roman yazıcıları, uyduruk gazete yazılarını toplayan hevesliler, yemek tariflerini kitap diye kakalayanlar, blogger denen yeni yetmeler kaplamış vaziyette.

İki gün boyunca imzalarda Nedim Gürsel ile yan yanaydık. Ustaların fuarlara küsmesine üzgündük. Gürsel, yurtdışında yaşadığı için merak ve heyecanla okurlarına geldiğini, söyledi. Lâkin o da geçmiş fuarları özlemle anımsıyordu. Baştan beri söylüyorum, her kâğıt tomarı kitap değildir, diye. İki fuar yapılmalı belki ya da iki ayrı salon olmalı: birinde edebiyat düşmanları ne halt ederse etsin, diğerinde yazar ve okur hasret gidersin……


2
Bataklığa dönen, kimliksiz fuar ortamında öyle rastlantılar, karşılaşmalar oluyor ki, tüm duygusu değişiyor insanın. Sosyal medyadan “ne zaman geleceksiniz?” diye soran bir okurun, tekerlekli sandalyeyle gelip boynuma sarılması nasıl büyük bir mutluluk. Artık yeni bir dost edindim…

Elinde “Edebiyat Nöbeti” adlı dergiyle emektar Celal Karaca dost geldi ziyarete. Dergi Bafra’da çıkıyor. Geleneksel edebiyat yayıncılığının takipçisi… İki ayda bir yayınlanıyor ve elbet büyük maddi sıkıntı çekmekte.
Öykü, şiir, deneme yayınlıyorlar, hiçbir bayağılığa bulaşmadan. Selamlama yazısı ilginç ve hüzünlü. Bir yıl önce abone olanların, yenileme yapmadığını belirtmiş dergi. Nedeni de şöyle duyurmuş;
“Son zamanlarda Edebiyat Nöbeti okuru dostlarımın çoğunda şöyle bir endişe görüyoruz: “Ben bir dergi alayım da, sen beni abone yapma. Sonra abone olurum” İnsanlar bir dergiye, gazeteye abone olmaya endişe ile bakıyorlar.

KHK ile edebiyat dergileri kapatılıyorsa, endişe duymamak mümkün değil.”

3
Uyku tutmadı, sabaha dek bölük pörçük James Joyce okudum. Düşünceyi derleyip toplamak güç bu günlerde! Bir yandan karşı devrimin en sert uygulamaları içinde kimi zaman umudunu yitirip, kaygıya düşüyor insan; kimi zaman tersine kavgaya hazır, yürekli hissediyor kendini. Dünyanın farklı bölgelerinde, ayrı zamanlarda tüm yazın adamları aynı esareti yaşamış, kendini kafeste/zindanda hissetmiş.
her-iktidar-kendi-aydin-nefretini-yaratir-253256-1.
Joyce “Dublinliler” de yaşamış bunu. İlk gençliğimde okudumdu, aklımda pek az iz kalmış. Döndüm baktım yine. Yazarın İrlanda, İngiltere arasındaki tarihsel gerilimden ne denli etkilendiğini biliyorum. İlerleyen yaş, yeni düşünme biçimleri geliştirmeye yarıyor. “Milletlerin de bireyler gibi egoları vardır. Bir ırkın kendisine, başka ırklarda olmayan özellikleri ve zaferleri yakıştırması alışılmadık bir durum değildir” diyor “İrlanda: Azizler ve Bilgeler Adası” adı denemesinde. İlkel bir duyguya yenik düşüyor koca toplum. Belki de halklardan erginleşmeyi, bilgeleşmeyi beklemek hata! Kolay kışkırtılıyor milliyetçilik, dincilik…

İngiliz edebiyatında iki ismi öne çıkarıyor Joyce. Defoe ve Blake. Defoe’nin yaşamı tam bir keşmekeş. Serserilik, siyaset, kaçaklık, mahpusluk, yazarlık ve bilgelik var. Başka türlü yazar olunamıyor demek! Bir yerden patlak veriyor insanın ruhu… Blake tam tersi. Yaşam boyu iyi olmak için yaratılmış. Bir aziz sanki… Joyce “Bu iki ismi çıkarırsanız, İngiliz edebiyatı çöker” diyor.
Defoe çekici, Blake imrenilir noktada.


4
Joyce “Estetik/Paris Defterleri” adlı yazısında sanat ve sorunlarına ölçü koyma işine girişiyor. “Sanat, insan doğasını, duygusal veya zihinsel anlamda estetik bir sonuca ulaştıran eylemdir.” diyor. Soru şu: Estetik sonuç nedir? Bunu tartışmak gerek. Tartışmayı kendiyle sürdürmüş, arada bende katılayım…

“Soru: Dışkı, çocuklar ya da sidik, neden sanat olarak değerlendirilmesin?

Cevap: Dışkı, çocuklar ve sidik insan tarafından üretilir-insan doğasının maddesel sonuçlarıdır. Üretim süreçleri sanatsal değil doğaldır ve ulaştıkları sonuç estetik değildir. Bu nedenle sanat eseri olarak kabul edilemezler.”
İnsan doğaya karşı ürettikleriyle ekin/kültür oluşur. Ancak doğaya karşı üretilen her yaratı sanat eseri değildir. Ayrıca sanatsal süreç, üretim süreci açıklığa kavuşmalıdır. Her yaratım süreci, sanat eseri sonucuna ulaşamaz.
“Soru: Fotoğraf sanat mıdır?

Cevap: Fotoğraf duygusal bir anın yansımasıdır ve bu şekilde estetik bir sonuç yaratabilir ama insan eliyle oluşmuş bir yansıma değildir. Bu yüzden sanat sayılamaz.”

Fotoğraf sanat değildir yargısına katılıyorum. Buna doğal olarak sinemayı da ekliyorum. Farklı kurgularda ve belli bir yaratıcılıkla estetik sonuç elde edilse de buna sanat eseri denemez. Aygıta bağımlı olma ve zamana yenik düşme sorunu vardır. Sinema, resim, müzik gibi diğer sanatlarla etkileşim olsa da, aynı açmaz söz konusudur. Estetik bir eğlencedir, uçucudur.

“Soru: Bir kütüğü baltasıyla yaran bir adam, tesadüfen bir inek şekli elde ederse bu sanat eseri midir?

Yanıt: Bir kütük üstünde, balta darbesiyle oluşan inek şekli, insan eliyle oluşmuş duygusal bir yansımadır ama estetik sonucu olan bir yansıma değildir. Bu nedenle sanat eseri değildir.”

Burada bir yanılgı yaşıyor Joyce, insan eliyle duygusal bir sonuç elde edilmiyor. Rastlantısal bir durum bu… İçinde bir fikir yok. Fikir olmadan yaratı gerçekleşemez. Duygusal sonuç olsa da estetik sonuç çıkmazdı elbette. Yalnız fikir mutlaka somutlaşmış olmayabilir. Bir imge, bir sorun sanatçıyı harekete geçirebilir. Rastlantıya da yer vardır yaratıya. Lâkin tüm bir yaratı bu şekilde ortaya çıkmaz.
“Soru: Evler, giysiler, mobilyalar vb sanat eseri midir?

Cevap: Evler, giysiler, mobilyalar vb mutlak surette sanat eseridir. Duygusal malzemeleri olan insan yansımalarıdır. Bu şekilde estetik sonucu olan nesne sanat eseridir.”

İnsanın yaşadığı çevre bir estetik taşımalı kuşkusuz. Ancak her mimari yapı bu duyguyu vermez. Hem tüm şehir kurgusunda, hem de salt bir ev özeli için bu söylenebilir. Mimari sanatın içindedir, ancak her yapı sanatsal değildir. İnsan eliyle oluşmuş, içinde fikir ve duygu olan örnekler için estetik sonuç doğurduğu söylenebilir. Nasıl ki adı roman olan her metin sanat değeri taşımıyorsa, her yapı için de aynı değerlendirmeyi yapabiliriz.
Mobilya ve giysi için aynı değerlendirmeyi yapmak olanaklı değildir. Bir eşya sanat yapıtına döner mi? Uzun, zorlu bir tartışma. Biricik, özgün olması, estetik haz vermesi, bir fikir taşıması önemli elbet… Ancak tükenir olması, her kişide ayrı bir duygu yaratmaması ve salt kullanım için tasarlanmış olması bu durumu ortadan kaldırır. Biraz fotoğraf ve sinema yazgısındadır diyelim.


5
Büyük romancılar bir dönem içinde ortaya çıkıp, dünyayı aydınlıkla tanıştırmışlar. Uzun, soluklu anlatıların yerini, görselliğin baskısıyla da belki, artık daha kısa, imgelemi güçlü metinler aldı. Kamera işlevi görmesi gerekmiyor yazarın. Bilimin yeni sorunlarla önümüzü açtığı bir süreçte, salt öykü anlatıcılığı eksik kalacaktır. Zihnin sınırlarını genişletmek, felsefi sorunları roman hakikati içinde daha açık tartışmak ya da yoğun demeliyim belki, etkili ve güçlü metinler kurmamıza neden olacak. Elbet savurganlık, savrukluk çağında olduğumu bilerek yazıyorum bunları.

Çağdaş yapıtların disiplinler arası gezintisi, çoğu zaman ortalığa kötü bir bulamaç çıkarıyorsa da, yeni düşünme biçimleri, türlerin sınırlarını zorlama arayışı çekici geliyor bana. Geleneksel anlatı içinden, güçlü ve kalıcı ürün vermek olası mı, emin değilim. Uyarıcı/veri bolluğu, olayların hızlı akıyor olması, ani sıçramalar yaşatıyor okura. Metinde/kurguda okurun durumunu gözetiyor yazar. Elbette yazar beceriksizliğini örten bir yanı da var bu post-modern dokunuşların. İçtenlik sorunu başat…

Sıkça klasiklere dönüp, okurluğumu serinletmek, temize çekmek çabam bundan…

6
Victor Hugo çocuklardan söz ediyor romanda;

“Çocukların uykudan uyanması çiçeğin açılması gibi bir şeydir. Bu taze ruhlardan bir tür koku saçılır sanki.”

Devrim günleri, anasını yitirmiş üç kardeş. Olan bitenden habersiz, yaşamın içinde yollarına koyulmuşlar;
her-iktidar-kendi-aydin-nefretini-yaratir-253257-1.
“Nasıl ki bir kuş şakırsa, çocuklar da cıvıldaşır. Bunların her ikisi de aynı ilahidir. Anlaşılmayan, kekelenen derin ilahi. Çocuğun önünde, kuştan farklı olarak insanlara özgü karanlık yazgı vardır. Şen şakrak cıvıldayan çocukları dinleyen insanların hüzünlenmesinin nedeni budur.”

Büyük romancılar çağı vardı. Onları okumak yazarlığımız üstüne düşünmemizi sağlar.

7

Kısa bir sürede ikinci kez gittim Malkara’ya. İçe kapanık, neşeli, mutlu bir kasaba. Bu referandum süreci herkesin sinirlerini germiş, ohal koşullarında ne doğru dürüst toplantı yapmak mümkün, ne de sanatsal bir etkinlik. Öylesine iç karartan bir iklim var ki, herkes birbirinden kuşku duyar halde. Buna karşın sokağa çıkan kimse varlığını belgelemiş oluyor. Görünmek, sokağa adım atmak, ses vermek, ses olmak en çok da böyle zamanlar için gerekli. Toplumun önünde olanlar bu sorumluluğu almalı…

Gösteri için sahneye çıktığımda polis kamerasının da çalıştığını gördüm. Ne arıyorlar? Gizli değil ki yapılan iş! Bu ne berbat bir alışkanlıktır! Yazardan, gazeteciden, sanatçıdan korkan, sürekli başına iş açacağını düşünen bir devlet yapısı… İktidarlar değişiyor, uygulamalar hep aynı. Şu an baskının en koyu halindeyiz…
Herkes 16 Nisan’a bağlamış yazgısını.

Romancı hem o günü, hem ertesini, hem de içinde bulunulan iç bunaltan iklimi serinkanlı görmeli, yazmalı…