Google Play Store
App Store

Sanayide yaşanan daralma, stagflasyon beklentisini artırdı. Ülke ekonomisini değerlendiren Prof. Dr. Onaran, “Bütün krizler bölüşüm savaşı içerir. Dolayısıyla her kriz emek karşıtı yeni reformlara kapı açar” diyor.

Her kriz emek karşıtı reforma kapı açar: Bölüşüm savaşı krizi
Fotoğraf: Depo Photos
Havva Gümüşkaya
Havva Gümüşkaya
havvagumuskaya@birgun.net

Ülke ekonomisine ilişkin rakamlar, Şimşek programına rağmen ekonominin bir türlü düze çıkamadığını gösteriyor. Enflasyon istenilen ölçüde düşürülemezken özellikle sanayi tarafında başlayan daralma stagflasyon tartışmalarının yeniden başlamasına neden oldu. Artık toplum tarafından da aşina olunan bu terimin halk için ne anlama geldiğini, ülke ekonomisinin önümüzdeki dönemde neler beklediğini Greenwich Üniversitesi’nden Prof. Dr. Özlem Onaran ile konuştuk.

Her kriz emek karşıtı yeni reformlara kapı açtığını vurgulayan Onaran, enflasyonla mücadelenin uluslararası finans piyasasının öncelikleri etrafında döndüğünün altını çizdi.

Prof. Dr. Özlem Onaran

Stagflasyon halk için ne anlama geliyor?

2024 ikinci çeyrek itibariyle Gayrı Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH) yıllık büyüme oranı yüzde 2,5. Yılsonu büyüme tahminleri yüzde 3 civarında. Bu Türkiye gibi yetişmekte olan bir ülkede ciddi bir yavaşlama anlamına geliyor. Ama yine de buna ‘duraklama -yani stagnasyon’ demek kesin tanıma uymayabilir.

Daha doğru bir tanım şu: Türkiye’de zıt yönde gelişen iki paralel evren var. Büyüme, olması gerek alanlarda olması gereken miktarda değil ve büyümenin meyveleri çok eşitsiz dağılmış durumda. Distopik bir bilim kurgu filmi değil, çoğunluğun yaşamı bu.

Zenginler daha da zenginleşiyor; Türkiye'de ultra yüksek net servete sahip bireylerin sayısı 2022 ile 2023 arasında yüzde 10 arttı. Bu esnada asgari ücretteki büyük nominal artışlar durduruldu. 2024 Temmuz ayında önceki iki yılda olduğu gibi yıl ortası bir artış olmadı. Bu arada enflasyon hala çok yüksek. Çoğunluğun tüketim sepetinin ağırlıklı kısmı gıda, kira, ulaşım, ve yakıt harcamaları ve bunların fiyatı diğer kalemlere göre daha çok artıyor. Ev sahibi olmayan halk, enflasyonla birlikte artan kiralarla karşı karşıya kalıyor.

Bütün krizler gibi bu son kriz de bir bölüşüm savaşı içeriyor. Türkiye’de emeğiyle geçinenlerin, yani ücretli çalışanların ve kendi hesabına çalışanların emek gelirini hesaba katarak hesaplanan ‘uyarlanmış’ emek gelirinin  toplam yurtiçi gelir içindeki payına bakalım. Bu TUİK’in kaba ücret payından daha yüksek ve daha faydalı bir gösterge, çünkü kendi hesabına çalışanların emek gelirini de gözönünde bulunduruyor.

AB Makroekonomi Veritabanı tahminlerine göre emeğin toplam gelirdeki payı Türkiye’de 2023 itibariyle yüzde 46.4, yani emekçiler yurtiçi gelirin yarısından azını alıyor. Pandemi öncesinde 2019’da emek payı yüzde 50.3. Pandemi ve sonrasındaki enflasyon kriziyle birlikte emekçilerin payı 4 puan civarında düşmüş durumda.

Karşılaştırma amacıyla, diğer ülkelere bakalım: Avrupa Birliği’nde aynı dönemde düşüş 0,8 puan, Güney Kore’de emeğin payı aynı, Meksıka’da ise artmış.

Türkiye’de kriz döneminde emeğin payının düşmesi ve sermayenin payının artması yeni değil. Neoliberal döneme baktığımızda 1980 askeri darbesi, 1994, 2001 ve 2008 krizlerinin hepsi bölüşüm anlamında trafik kazası gibi kalıcı izler bıraktı. Neoliberal iktisat politikalarıyla birlikte istisnai yıllar dışında emek payı sürekli olarak düşmeye devam etti. Sendikasızlaştırma, kayıt dışı çalışma, finansallaşma, küreselleşme, kamusal sosyal harcamlarda azalma, özelleştirme hükümetler değişse de emek payının azalmasını ve sermeye payının artmasını sürekli kıldı. Yine bu neoliberal politikalar sonucu ekonomi kirize girdiğinde krizin bedelini hep emekçiler ödüyor. Her kriz emek karşıtı yeni reformlara kapı açıyor. Bütün AKP iktidarları dönemi boyunca emek payındaki düşüş devam etti. Bugün itibarıyla emek payı 2002’ye göre yaklaşık 10 puan daha düşük. Asgari ücretin biraz üzerinde kazanan bütün emekçiler, AKP iktidarı döneminde kaybetti. Asgari ücretteki önceki artışlar da şimdi enflasyon karşısında eriyor ve hatta Temmuz’dan beri donduruldu.

Bu kriz, hem emeğiyle geçinenler için hayat pahalılığı, borç, temel kamu hizmetlerinde kesintiler ve iş güvencesizliği krizi hem de makroekonomik genel anlamda sürdürülemez bir büyüme modelinin krizi. Maalesef bedeli yine emeğiyle geçinenler ödüyor.

Mayıs 2023 seçimlerinin ardından değişen ekonomi politikalarına da bakınca bunu ekonomi yönetiminin bir tercihi olarak görebilir miyiz, neden bu seçildi?

Erdoğan şimdilik şunu kabul etti: Merkez Bankası başkanlarını sürekli işten atıp, bir yenisini atayarak faiz oranını bastırmak sürdürülebilir değil ve enflasyonu durdurmaz. Döviz piyasası işlemlerinde veya banka hesaplarında yarım yamalak müdahaleler de ciddi sonuç vermiyor. AKP nihayet uluslararası sermaye girişlerine bağımlılığının gereğini yapmayı kabul etti. Enflasyonla mücadele uluslararası finans piyasasının öncelikleri etrafında dönüyor. Erdoğan ideolojik nedenlerle faizi yapay bir şekilde düşük tutamayacağını kabul etti ve bir sonraki seçimlere kadar kazandığı zamanı asgari ücret veya faiz gibi bazı neoliberalizmden sapmaları da şimdilik rafa kaldırarak uluslararası sermaye girişlerini tekrar cazip hale getirmeyi seçti.

Uluslararası finans analistleri ve bankacılar kendi cemaatlerinde gelen Mehmet Şimşek’e ve Fatih Karahan’a şimdilik güveniyor ve Merkez Bankası’nın baz faiz oranını Mart’ta yüzde 50’ye çıkarmasından memnun. 26 Eylül’deki 3,5 milyar dolar değerinde 10 yıllık dolar tahvili satışı Türkiye’nin uluslararası piyasalarda uzun vadeli borçlanmaya geri dönüşü olarak kutlandı. Faiz oranı ABD tahvillerinden yüzde 2,98 daha yüksek faiz veriyor. Neoliberalizmin devamı içerde ve dışarda uluslararası sermayenin tercihleriyle tutarlı.

DARBOĞAZLAR ARTACAK

Ülke ekonomisini nasıl bir tehlike bekliyor? 2025-2027 yıllarının yol haritası olan OVP ekonominin gidişatına ilişkin nasıl bir çerçeve çiziyor?

Hayat pahalılığı mücadelesi veren emeği ile geçinenlerin varoluşsal krizinin yanı sıra yüksek faiz ve düşük büyüme ortamında bazı küçük ölçekli şirketler de iflas etmeye başladı. Yapısal sorunların aşılamadığı, darboğazların arttığı zor bir dönem var önümüzde.

Geleneksel yollarla enflasyonu düşürme hedefleri ile yüksek büyüme hedefleri tutarsız. Bu gidişat sürerse ya ekonominin küçülmesi, işsizliğin artması ve talebin düşmesi sonucu enflasyon düşecek, yani yeni bir daralma dönemi. Ya da spekülatif yabancı sermaye girişlerine ve ithalata bağımlı büyüme, aşırı değerli kur, ucuz ithal girdi sonucu bu sonuç bir süreliğine ertelenecek. Ama yapısal dönüşüm ve ülkenin yatırım eksiklikleri çözülmedikçe, yeni bir cari açık artış dönemi sonrası, yeni bir sermaye çıkışı dalgası ve milli gelirde daralma gelecekte kaçınılmaz.

AKP politikaları, bir krizden öbürüne günü kurtarma, bir seçimden diğerine en yoksullara biraz göstermelik destek verirken, kendi destekçisi sermaye kesimlerine ihalelerle ve yolsuzlukla kaynak aktaran oy toplama politikalarıdır.

Peki, bu politikalara son vermenin yolu nereden geçiyor?

Yeşil, mor, adil bir yapısal dönüşüm ve kalkınma süreci için kamu yatırımları, geniş kapsamlı finansal düzenlemeler ve sermaye kontrolleri lazım. Böylelikle ithalat ve kısa süreli spekülatif sermaye hareketlerine bağımlılık sona erdiğinde, faiz-kur-fiyat artışı kısır döngüsünü sonlandırmak da mümkün. Ben faizlerin düşürüldüğü bir iktisat politikasından yanayım ama bunu mümkün kılmak kapsamlı bir yatırım programı gerektiriyor. Bu kısır döngüye son verebilmek için hem kısa hem de orta dönemde iktisat politikasında neoliberal politikalara son veren kökten bir değişim lazım.

Ben bu bileşime mor, yeşil, kırmızı program diyorum.

Kamu yatırımına vurgu yapıyorum; zira eğer bu yatırımları özel piyasa mekanizmasına ve kâr güdüsüne bırakırsak, çok az ve çok geç olacak yatırımlar. Halbuki hem iklim hem bakım krizleri ve eşitsizlikler acil ve yüksek oranda ve doğru coğrafyada yatırım gerektiriyor.

Hem hayat pahalılığı, hem iklim, hem de enerji krizlerini çözmek ve enerji alanında ithalattan ve kirli fosile dayalı yakıtlardan bağımsızlaşmak için yeşil ekonomiye acilen büyük çaplı yatırım yapmak gerek.

Altyapı eksiğimiz olan tek alan fiziki altyapı alanı değil. Sosyal altyapı, yani kreşten üniversite sonrasına eğitim, sağlık ve sosyal bakım alanlarında, kısaca bakım ekonomisinde de hem demografik ihtiyaçları karşılamak hem de bu sektörlerdeki çalışma koşullarını insana yaraşır düzeye getirmek için yüksek miktarda kamu harcamasına ihtiyaç var. Yani daha çok sayıda hemşire, öğretmen, bakım çalışanı işe alıp onlara daha yüksek maaş vermek lazım.

Bu kamu sektörünün ekonomideki payında önemli bir artış anlamına geliyor. Kamu sektörünü burda geniş anlamda kullanıyorum: sadece merkezi hükümet değil, yerel yönetim veya kullanıcı ve üretici kooperatifleri de kamuya dahil. Bunun demokratik bir süreç olması için çalışanları ve kullanıcıları içeren katılımcı demokratik planlama mekanizmalarına ihtiyaç var.

Bu politikalar için kaynak nasıl yaratılacak?

Greenwich Üniversitesi’ndeki meslektaşım Cem Oyvat ile Türkiye dahil birçok ülke için yaptığımız araştırmalar, bir yandan kamunun toplumsal ve fiziki altyapı harcamalarını ve ücretleri arttırırken, aynı anda hem kâr geliri ve yüzde 1’lik kesimin servet vergisi oranlarını yükseltip, ücret gelirleri üzerindeki vergi oranını azaltmaya dayalı bir politika paketinin hem yurtiçi geliri ve istihdamı hem de özel yatırımları arttıracağını gösteriyor.

Bunun nedeni, makroekonomideki “çarpan” mekanizması: kamu harcamalarındaki artış, istihdamı ve özel sektörün satışlarını arttırır. Buna ek olarak, daha iyi altyapı ve uzun vadede daha yüksek üretkenlik de özel yatırımlar üzerinde olumlu etkilere yol açar; bu da milli gelirde ilave artışlara yol açar.

Kamu yatırımlarının artırılması nihayetinde daha yüksek istihdam, daha yüksek milli gelir ve sonuçta daha yüksek vergi gelirleri yaratır. Vergi oranları hiç artmasa bile, böylece kamu harcamaları kısmen kendini finanse edebilir. Elbette adil bir vergi artışı ile birleştiğinde kamu harcamalarının kamu bütçesi üzerindeki etkisi daha olumlu.

Kamu harcamalarının milli gelir ve yatırım üzerindeki olumlu etkisi, ücretlerin artırılmasını mümkün kılacak işgücü piyasası politikaları ile birleştirildiğinde, yatırım ve büyüme etkileri kısa vadede daha da güçlenmekte. Uzun vadede de, daha yüksek ücretler, daha kaliteli hizmetlere ve daha verimli bir işgücüne yol açarak yatırımları daha da teşvik ediyor.

Elbette kamu altyapı harcamaları kendini bire bir finanse etmeyecek. Diğer araçlara da ihtiyacımız var. Merkez Bankası ve Kamu Kalkınma Bankaları uzun vadeli yatırım harcamalarını kısmen finanse edebilir. Kısa vadede kamu borçlanması da devreye girmek durumunda. Zira gelecekte verimliliği arttıracak altyapı yatırım harcamaları için gerekirse borçlanmak mali kredibilite kuralının ‘ABC’si. Feminist iktisada göre daha çok kreş öğretmeni, sosyal bakım uzmanı, hemşire, doktor ve öğretmen işe alıp onlara daha yüksek ücret ödemek de cari harcama değil, bir ‘sosyal’ altyapı yatırımı.

Peki çalışmanızda en üst gelir grubu nasıl vergilendiriliyor?

Esas finansman hem gelirin hem de servetin artan oranlı vergilerle özellikle de en üst %1’lik gelir ve servet dilimini hedef alacak şekilde vergilendirilmesinden gelecek. Bizim önerimiz hanehalkı düzeyinde ve bütün servet kategorilerini kapsayan -şirket, finansal varlık, gayrimenkul vs. üzerinde- yüksek bir vergi eşiğinden başlayan, örneğin net servet (yani varlık eksi borçlar) dağılımında en üst %1’lik dilimde olanlardan net servetlerinin %1’i oranında yıllık vergi toplamak. Bunu daha artan oranlı yapmak da mümkün. Örneğin en üst %0,5’lik dilimin marjinal servet vergi oranını %5’e çıkarmak vs. Bunlar siyasi kararlar ve demokratik ‘ihtiyaca dayalı’ bir bütçe tartışmasının parçası olmalı. Yani bütçe sürecinde bir paradigma değişimi öneriyoruz. Seçilmiş siyasetçiler ve toplumsal hareket temsilcileri yerelden merkeze çeşitli düzeylerde tartışsın: harcama önceliklerimiz ne, ne kadar, ne zaman? Ne kadar ve kimden borçlanacağız? Ne kadar ve kimden vergi toplamamız lazım? Hangi vergi oranını ne kadar arttırmalı veya azaltmalıyız?

Son olarak şunu açıkça söylemekte yarar var. Emekten yana iktisat politikalarıyla iktidara gelen bir hükümetin hayatı parkta bir yürüyüş gibi olmayacak. Bu politikalar sermaye kaçışına yol açacak. Bu programın istikrarı ve başarı oranı yurtiçi finansal sistemin düzenlenmesi, büyük bir kamusal ve kooperatif bankacılık sektörünün oluşturulması, özel bankaların hem düzenlenmesi hem de giderek kamu bankaları yanında önemsiz hale gelmesi ve zamanla bütün finansal sektörün kamusallaştırılması ile artacaktır. Aynı zamanda ilerici bir hükümetin ilk politikası uluslararası sermaye hareketinin kontrolü olmalı. Bunların hiçbiri daha önce Türkiye’de veya başka ülkelerde uygulanmamış politikalar değil. Ama bugün geldiğimiz noktadan tekrar yurtiçi finansal sektörü ve uluslararası sermaye hareketlerini kontrol etmek büyük, cesur ve önemli bir adım.