‘Sarışın ve Kara’ ile okurarıyla buluşan İsa Küçük, “Abdülhamit devrinde mülkiye öğrencilerine okul idaresi şeker dağıtır ve öğrencilerden ‘padişahım çok yaşa’ diye bağırmalarını ister; öğrenciler önce susarak sonra da şekerleri yere atıp ezerek protesto ederler bu isteği. O günden beri her Mülkiyelinin peşinde bir sivil vardır”

Her Mülkiyelinin peşinde sivil vardır!

Savaş ÜNLÜ

SBF 1980 mezunu ve Mülkiyeliler Birliği üyesi yazar İsa Küçük ile bir kaymakamın başından geçen olayları anlatan ilk romanı 'Sarışın ve Kara' hakkında 18 Ocak'ta Mülkiye Kültür Merkezi'nde gerçekleştirilecek söyleşi ve imza günü öncesi konuştuk.

Romandaki olaylar düşsel bir ilçede, Daristan’da geçiyor. Kaymakam Çağlar, hayatın akışı içinde edebiyatımızın ünlülerine göndermeler yapıyor: Bunu yaparken neyi amaçladınız?

Edebiyatın gücü ve güzelliğine bir saygı selamı sunarak Kaymakam Çağlar’ın karşılaştığı sorunların genel geçer olmadığına, geçmiş ile yaşanan anın bütünlüğünde sorunun genelliği ve değişmemiş olmasına dikkat çekerek bir türbülans yaratmak istedim. Diğer taraftan roman kahramanının işini yaparken karşılaştığı somut durumlar, olaylar karşısında tutunacak dal olarak ya da sığınacak kuytu köşe olarak edebiyatı işaret ettim. Bir eğlencede türkü söyleyen kadına dikilen bakışları görünce Sait Faik’in 'Melahat' öyküsü, köy sorunları karşısında çaresiz kalınca Yakup Kadri’nin 'Yaban' romanıyla sorunu açma ve aşma gücü oluşturmayı amaçladım.

Kaymakam “Köylerin sorunu ne zaman çözülür” diye soruyor ve “Köyden bir kadın yazar çıkar ve köyün dertlerini yazarsa” cevabını veriyor.

Romandaki olaylar 27 Mayıs Anayasası sonrasında yaşanıyor. Yazarların, köyleri ve köylülüğü didik didik ettikleri bir dönem. Ancak o yazarlar arasında hiç kadın yok. Bugün de öyle; çok değerli kadın yazarlarımız var, büyük eserler yarattılar ama içlerinde köyden gelen biri yok. Türk romancılığı köylere erkek gözüyle baktı ve aynı göz çözüm önerdi. Onların içinde (benim okuduklarım içinde) 'Yılanların Öcü' diğerlerinden farklı olarak Irazca Ana’yı öne çıkardı ve o kendi gücüyle gelip 'Sarışın ve Kara’da yerini aldı. 'Yılanların Öcü’nden 50 yıl sonra Irazca’ya yanıtı başka bir kaymakam vermeye çalıştı.

Kadına önem veriyorsunuz. Halet Abla Destanı ile bir kadının hayatını ve mücadelesini destanlaştırdınız, şimdi de 'Sarışın ve Kara' romanınızı mülki idare amirlerinin eşlerine ithaf ediyorsunuz. Özel bir nedeni var mı?

Mülki idare amirlerinin eşleri aslında 'amirlerden' daha derin bir yalnızlık içindeler ve hayatları katlanılır bir durum değil. Üstelik çalışmıyorlarsa ve evin eşiğinden dışarı çıkmıyorlarsa tam bir felaket yaşıyor olmalılar. Eşlerin her birinin işi zor, evin içi de dışı da sorun olabiliyor. 'Sarışın ve Kara’nın kahramanı Filiz’i bu duruma katlanamayan bir karakter olarak yazdım ve ithaf kendiliğinden geldi. Çevreye karşı duyulan yabancılaşma giderek özel hayata da bulaşıyor, insan 'çıt' sesini arar hale gelebiliyor. O sessizlik boğuyor insanı, olay burada başlıyor ve bir burgaç gibi çevresindeki her şeyi içine çekiyor.

Hangi olay? Ne anlatıyorsunuz romanda?

Mülki idareyi, içinde yaşadığım o çevreyi ve atmosferi, kamu görevi yürütenlerin yaşadığı dönemin tanığı mı yoksa sanığı mı sorusu üzerinden irdeleme ihtiyacı duydum. Ne övgü ne yergi; hatta çuvaldızı kendimize, bu alanda sorumluluk duyanlara batırdım diyebilirim. Bireysel nedenlerle değil yönetsel ve toplumsal nedenlerle kaleme aldım. Üçüncü bir ihtimal de var; mağdur olmak hali. Bir insan kamu gücü kullanıyorsa “Ben mağdurum” deme hakkı yoktur diye düşünüyorum. Olayların mağduru birey olarak insandır, insanlık ve doğadır.

Kendinizi mi anlattınız, bir anı romanla mı karşı karşıyayız?

Hayır. İkisi de değil. Birçok olay ve olgu iç içe geçti. Mekân ve ruhunu bildiğim bir süreci 50 yıl önceden çekip çıkardım ve onu anlattım. Ya da 'bugünü' 50 yıl önceye götürdüm ve orada anlatmaya çalıştım. Bir kaymakam ve karşısında o günün diliyle mütegallibe, bugünün diliyle siyaset, tarikat, ticaret üçlüsü… Dincilik odaklı ittifakın cumhuriyet karşıtı kalkışması Daristan’da nasıl yaşanmıştı? Ve o kaymakam nasıl karşılık verdi. Kendisini nasıl savundu? Bu yönü ile belgesel bir roman. Bu noktada evet, kendimi anlattım ama o ben değilim; Cumhuriyetin kaymakamıdır. Yukarıda belirttiğim gibi yaşanmış olayın kahramanlarını ve çevresini kurgusal bir metne dönüştürerek yaşananın, sonrası için işaret fişeği olup olamayacağını akıllara düşürmeyi amaçladım.

Romanda, “her mülkiyelinin peşinde bir sivil vardır; o mülkiyeli şiir yazıyorsa peşinde iki sivil vardır” diyorsunuz. Valilik yapmış birisiniz siz, bu gerçek mi?

Geçmişte şairlerin başına gelenler düşünüldüğünde cümlenin doğruluğunu kabul etmek gerekir. Abdülhamit devrinde bir gün mülkiye öğrencilerine okul idaresi şeker dağıtır ve öğrencilerden “padişahım çok yaşa” diye bağırmalarını ister; öğrenciler önce susarak sonra da şekerleri yere atıp ezerek protesto ederler bu isteği. Şeker vakasından beri her iktidarın gözünde mülkiyeli, 'öteki'dir. Çelişik bir durumdur bu, devlet kendisini ayakta tutmak için yetiştirdiği insandan korkmaktadır. Mülkiye iyi bir eğitim veriyor, anayasacı bir eğitimdir, devletçidir ve kamu yararını her şeyin üzerinde tutar. Amaç göreve gelenlerin kimliğinden, kişiliğinden bağımsız kurumsal bir yönetim aygıtının oluşmasıdır. Her Mülkiyeli kendisini o kurumsal kimliğin bir parçası sayar, o alana müdahale olsun istemez. İktidarı ele geçirenler bu tutumdan hoşlanmazsa 'kavga' çıkıyor.

Kaymakam Çağlar ya da şair kaymakam kimliğini sorsam?

Taşra büyük bir mezarlık. 'Sarışın ve Kara' ile taşradaki 'taşı' diriltmeye çalışıyorum ama henüz canlanmadı. Şair kaymakamın kimliğine gelince… İsim vermeyeceğim. Mülki idare ve edebiyat tarihçilerinin çalışması gerekecek. Yaşananı hayatın sayfalarından tarihin toprağına savurmakla benim 'görevim' bitti. O tohumlar nasıl yeşerecek -yeşerecek mi- bekleyip göreceğiz.