Affola! Geçen haftaki uzun yazıyı, ‘Ortodoks kibri’, ki pazartesi ve salı iki gün yayımlandı, ‘Arkası Yarın’ biçimindeki o yazıyı okuyanlar için, bugünkü başlık sürpriz sayılmaz....

Affola! Geçen haftaki uzun yazıyı, ‘Ortodoks kibri’, ki pazartesi ve salı iki gün yayımlandı, ‘Arkası Yarın’ biçimindeki o yazıyı okuyanlar için, bugünkü başlık sürpriz sayılmaz. Durmayı bilmek, gitmeyi bilmek, eyvallah demeyi, tamam demeyi, buraya kadar demeyi bilmek filan gibi, kavram olarak bildiğimiz ama kendisinin nasıl bir şey olduğunu yaşamadığımız, bilmediğimiz için merak ettiğimiz durumlar vardır. Aslında hem merak ettiğimiz hem de korktuğumuz durumlar. Korkaklıkla cesaretin ortak yönleri ya da birbirlerine benzedikleri anlar vardır. İnsanın ne kadar cesur olsa da korktuğu, ne kadar korkak olsa da cesur olduğu bir tek durum, an da mutlaka vardır. Benimki de biraz öyle, kimbilir belki de terk edemediğim, bırakmayı beceremediğim başka şeylerin yerinedir, söz gelimi şiirin yerinedir bu ayrılık kararı. Son zamanlarda pek yazmıyorum ama ayrılmış değiliz şiirle, o beni bıraksa mutlaka hissederdim, ben onu terketsem de hadi bu son yazıda size pek ‘şairane’ bir cümle armağan edeyim, kelimeler hissederdi, aramızdaki kelimeler! Neyse şiir ve yazı ikilisinde, birini seç denilse şiiri bırakacak değilim, yazıyı da bırakamam, işte ikisinin de yerine ‘köşeyazısı’nı bırakıyorum! Böylece İlhan Berk’in de 10 yıl önce ‘bırak bu işleri!’ dediği şeyi gecikmeli de olsa yapıyorum!

Hiç ‘cool’ bir ‘tip’ ve ‘yazıcı’ olmadığım için, iyi böylece kendimi de bir şey sanıyor saymadığım anlaşılır, açık, net, samimi bir şekilde söylüyorum: Çok sıkıldım bu her hafta her hafta ‘köşe’ yazma işinden. İnsanın sık sık kendinden sıkılması gibi bir şey bu. Sanki şiir, hikâye, deneme yazıyorsun gibi ağır bir ‘vazife’. Kuşkusuz öyle yazar gibi yazan pek çok ‘şair’, ‘edebiyatçı’ ya da ‘ve benzeri’ tipte köşe yazarları da var ama bana artık ‘ağır’ gelmeye başladı. Evet BirGün’de yeniydim daha, 8 ay kadar olmuştu, fakat bundan önce de hemen hemen 10 yıla yakın bir süre başka bir yerde, ‘Açık Mektup’ diye bir köşede yazdım. Eh 10 yılımı çoktan doldurduğuma göre, hem bu işten sıkılma, hem de köşeden emekli olma hakkını da kazandım sayılır. Biraz daha yazarsam, korkarım ki ben de kendimi ciddiye almaya, hatta bir şey sanmaya başlayacağım! Asıl böyle bir tehlike var! Az çok bizim mahalle ve bize yakın dediğimiz yerlerde köşe yazanlara bakınca, elbette önce bir okur olarak, sonra da köşe yazan biri olarak bakınca, durumun ne kadar vahim olduğu iyice anlaşılıyor. İnsan dünyaya bunun için geldiğini, hayattaki en hakiki işin de ‘köşe’ doldurmak olduğunu filan düşünmeye başlayabilir ki o zaman vaziyet de pek fena demektir. Tabii, bunu bir ‘hakikat’ ve her hafta köşe yazmayı da ‘kutsal’ bir ‘vazife’ olarak görmek de mümkün ama orası size kalmış, ben gidiyorum arkadaşlar...

Madem bu son yazı, bugün de köşeyi dolduralım şöyle boydan boya, daha 5000 vuruşa hayli var. Doğrusu hem sıkıldım hem de 10 sene sonunda, biraz geç ama anlamak kimilerinde zaman alabiliyor, bu işin bana göre olmadığını da anladım, benden köşe yazarı olmazmış meğer! Belki bilenler vardır, on yıllık ‘çileli’ köşe yazarlığımın dokuzdan artık yılını ‘gurbet’te geçirdim! ‘Liberal Sol’ derlerdi o zamanlar, şimdi ne diyorlar bilmiyorum, ‘adılazımdeğil’ bir gazeteden geçen yıl kovulan 41 kişi arasında ben de vardım. Sağ olsunlar, oradaki genel yayın yönetmeni ve kültür-sanat editörü bu işin bana göre olmadığını anlamışlar ve hem şiir okurunu benden hem de beni şiirden daha fazla mahrum etmemek için gazeteden postalamışlardı! Ben de tam artık ‘köşe’den şiire dönmek üzereydim ki malum 80 öncesinden sınıf ve siyaset arkadaşım Doğan Tılıç aradı ve “senin elin kaşınıyordur artık” dedi, tahmin edeceğiniz gibi Doğan’ın deyimi yanlış kullandığını düşünerek “ona elin değil, avucun kaşınıyor derler” dedim, güldü ve “yok yok o artık değişti” nev’inden bir şeyler söyledi. Ben de böylece çarnaçar elimin kaşındığına ikna olmak zorunda kaldım! Hem Doğan çok haklıydı, avucum kaşınsa ne olacaktı ki yazıyı avuçla yazıp avuç avuç... Galiba “elde yok avuçta yok” diyerek bu bahse son vermek en doğrusu!

Köşeyi doldurmaya 1000 vuruş kadar daha var: BirGün’le ilgili bir mesele değil bu, baştan beri yazmak istediğim yer BirGün’dü, bu bizim gazetemiz, benim gazetem. Yazarken de okurken de. Her hafta yazacak pek çok şey var memlekette, o bakımdan hiç kimse ‘yazı sıkıntısı’ çekmez, benim ‘yazı sıkıntım’sa aslında tam da böyle bir şey. Yazacak çok şey var, her hafta değil, her gün bile yazabilir insan. İşte mesele bu: Her hafta mutlaka bir şey yazıyor olmanın ve hangisini yazacağını seçememenin getirdiği sıkıntı. Neyse, köşeyi bugün burada bırakıyorum. Zaten köşe yerinde duruyor, bir yere gittiği filan yok, giden benim. Ama zaman zaman bu sayfalarda köşesiz, resimsiz, düzensiz bir şeyler yazmak istiyorum. Belki öylesi daha ferah, daha havadar yazılara da vesile olur! Bak bir de bu vardı, insan bir köşeye sıkışınca ne o kasvet masvet yazılar! Bir de becerebilirsem, bir on yıldır yazmak istediğim ‘portre yazıları’ var. Cemal Süreya’nın ‘99 Yüz’ü hak’katen başucu kitaplarımdandır, Türkçede yazılmış en şahane portre kitabıdır, hem şair hem denemeci hem Cemal Abi, daha ne olsun! Yani, benzetmek gibi olmasın, hem nasıl benzer ki ayrıca, neyse, ben de, o tarz diyelim, onun gibi diyelim işte portreler yazmak istiyorum. Belki onları yazarım BirGün’de, yeni yılda, bakalım, kısmet. Yani, nasıl olsa haberleşiriz, adres belli: BirGün... Ve mutlaka! Hadi eyvallah!