Kışın ortasında bahar havasıyla karşılaşmak mı neden oldu bilmiyorum, aşk üzerine düşünürken buluyorum kendimi sık sık. Bruce Fink’in ‘Lacan’da Aşk’ adlı kitabını yanımdan ayırmaz oldum bugünlerde. Fink’in de yaptığı tespit gibi, çoğu kişinin psikoterapiye başvurma nedeni aşk... Aşk bir aktarım meselesi mi, bir tür hastalık mı, şairlerin altını çizdiği gibi hayatın anlamı mı, bebekliğe dönüş ya da politik yanı da olan bir duruş mu?

Fink, psikoterapiye başvuranların aşkla ilgili ortak şikâyetlerini listeliyor kitabın girişinde. İlk sırada “yüksek standartlarıma ulaşan ve titiz ölçütlerime uyan birini bulamıyorum” şikâyeti var. Öyle birini bulsa bile, o da uygun olmayabiliyor, zaten bir sevgilisi vardır ya da onunla aynı duyguyu paylaşmıyordur. Diğer şikâyetler arasında kıskançlık, aldatma, kısıtlanmış hissetme vs... Nesne ilişkileri ve bağlanma kuramları, aşka dair bize derinlikli ve geniş bir bakış açısı sunuyor. Kişinin güvenli ya da güvensiz bağlanma stiline sahip olması, sahip olduğu örüntüler, çocukluğunda anne ve babasıyla kurduğu ilişkiler, yaşayacağı ilişkileri ve aşka yaklaşımını belirleyebiliyor. Ama sadece bu kuramlarla açıklanabilecek bir şey değil yine de aşk. Helen Cixous’nun Foucault ile yaptığı söyleşide söylediklerini hatırlıyorum: “Sanki bizim tüm arzularımız, aşk kadar büyük olan küçücük bir şeye yeniden yatırılmış gibidir. Evren diyemem, ama aşk. Ve bu aşk, her şey olan bu hiçtir.”

Zaten aşkla ilgili bütün muamma, onun “her şey olan bu hiç”liğinde. Aşk hakkında ne kadar çok şey söylersek söyleyelim, hep bir şeyler eksik kalacak, iyi ki eksik kalacak. Ama bu durum, aşkla ilgili sorunları düşünmekten alıkoymuyor bizi, çünkü aşkın tek bir görünümü yok, her zaman yüceltilebilecek bir şey de değil. Örneğin aşkın saplantıya dönüşmüş hali, pek çok kişiye ciddi zararlar verebiliyor. Erkeklerin yaşadığı saplantılı aşkın görünümlerinden biri, Fink’in de bahsettiği gibi, “öteki erkekle” rekabet. Saplantılı kişinin amacı, bu adamı yenilgiye uğratıp kadınını almak; ödipal çatışmasını çözemediği için çocukluğunda takılıp kaldığı sahneyi sürekli olarak tekrarlamak zorunda kalabiliyor. Vamık Volkan, ‘Divanda Kılıç Dövüşü’ adlı kitabında böylesi bir ‘takılma’ yaşayan kişinin bu örüntüden terapi süreciyle birlikte nasıl kurtulabildiğini pek güzel anlatır. Aşkın diğer görünümlerinden biri de Lacan’ın bahsettiği ‘histerik aşk”, bu da daha çok “başka bir kadın nasıl sevilebilir, benim neyim eksik” sorusuyla ilişkili. Sevdiği erkeğin başka bir kadını takdir etmesi bile kadında zincirleme bir reaksiyona neden olabiliyor. Bu tür saplantılı aşkın çocuklukta takılı kalınan sorusu da, babam neden annemi daha çok seviyor?.. Ama Fink’in özellikle belirttiği gibi, bu iki görünüm hem kadınlarda, hem de erkeklerde ortaya çıkabiliyor, ağırlığı farklı olsa da. Histeri, sadece kadınlarda görülen bir durum değil, yaygın bilinenin aksine. Erkek egemen toplumsal düzenin bir sonucu olarak kadınlar kolayca etiketlenebiliyor.

Aşkın günümüzdeki en önemli sorunu, derinleşememek ve yüksek standartlar olsa gerek. Fink’in aşkla ilgili şikâyetlerde ilk sıraya koyduğu bu “yüksek standartlar”, yalnız yaşamayı tercih edenlerin sayısını arttırıyor. Herkesin tek başına oturduğu bir kafe hayal ettiğim oluyor bazen, herkes cep telefonundaki uygulamalarla ideal aşkını arıyor bir yandan, diğer masalarda oturan diğer yalnızları görmezden gelerek. Kim ki o aradıkları ideal âşık? Zengin, güzel, başarılı... Fink’in kitabının 4. ve 5. bölümlerinde ele aldığı ‘ben ideali’yle ilgili bir sorun gibi geliyor bana bu durum. Herkes o uygulamalarda, kendi ben idealinin yerine koyabileceği birini arıyor sanki ve o ben ideali, yani olmak istediği kişi fantezilerle süslenerek gerçeklikten o kadar uzağa konumlandırılmış ki, hayal kırıklığı yaşaması kaçınılmaz olabiliyor.

Hava güzel, güneş yüzüme vuruyor. Ben, Helen Cixous gibi düşünüyorum, aşkın “her şey olan hiç”liği, yaşamın anlamsız gelen bütün boşluklarını doldurabiliyor hava gibi...

Bu yazıyı yazarken önümde BirGün gazetesi duruyor. Gazetenin “Bir çağrımız var” duyurusunu okurken gözlerim doldu, 16 yıl olmuş doğalı, 16 yaşında bir genç... İlk yıllarından bu yana BirGün’de yazan biri olarak kendimi şanslı buluyorum çok. Bütün bu yılları BirGün’süz yaşamış olmak, hem bir okur, hem de bir yazar olarak hayatımda çok şeyi eksik bırakacaktı. Bütün bu geçen yıllar içinde, ciddi engeller ve zorluklara rağmen özveriyle çıkarılan gazetemize destek olmak, öylesine değerli ki... Dijital üyelik kampanyasına verilen destek, aramızdaki bağı güçlendirecek. Daha okuyup yazacağımız ne çok şey var birlikte...