Ülke ekonomisinde yaşanan döviz kuruna bağlı dalgalanmalar ve buna karşı geliştirilen politika, yalnız bu haftanın değil, sona ermekte olan 2021 yılınında ekonomi olayıdır.

Enflasyonun gerçek düzeyinin bile tam olarak saptanamadığı ve tartışıldığı bir ortamda, Başkan Erdoğan’ın TCMB başkanından sonra Hazine ve Maliye Bakanını da değiştirerek faiz oranının azaltılması ısrarı, dövizin patlamasına yol açınca, ekonominin saati durma noktasına gelmişti. Geçen hafta alınan kararlarla, saatin yeniden çalıştırılması sağlandı.

TEK DEĞİŞKENLİ “TÜRK MODELİ”

Başkan Erdoğan’ın, 20 Aralıkta açıkladığı veekonominin gündemini belirleyen para politikası, bankalardaki vadeli TL mevduatının döviz kuru artışı karşısında, değer kaybetmemesi yaklaşımına dayanıyor. Bunu sağlamak için de “kur artışı ile bankanın verdiği faiz arasındaki farkın” mevduat hesabı sahibine ödenmesi yoluna gidiliyor.

Ayrıntıları sonradan açıklanan, yalnızca TL-döviz kuruna bağlı ve Türk Modeli denilen yaklaşım, mevduat vadelerinin 3,6,9 ve 12 aylık olmasını; bankaların vadeli mevduata şu andaki TCMB politika faiz oranı olan yüzde 14’ün en çok üç puan üzerinde ödeme yapabileceğini ve döviz kurunun da günlük açıklanacağını öngörüyor. Yaklaşım, Nass gerekçesiyle faizden kaçalım derken, gerçekte, faize sığınıyor.

Bu süreçte, ülke yönetimindeki ağırlığı hızla artan Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş, ekonomik sorunlara da çözüm sunuyor. Bir taraftan “stokçuluğun” dinen de “caiz olmadığını” vurguluyor; diğer taraftan da, AKP iktidarının zenginlere olan açık ve aşırı aşkını şu “toplumcu” (!) sözlerle dengeliyor: “Cennet zenginlere bir kapı, fakirlere bin kapı açar” (Basın; 17/12/21)

VURGUNCULUĞUN YENİ TÜRÜ

Para, niteliğinin bir sonucu olarak, sermayenin en kolay kullanılabilen biçimidir. İktisat ders kitaplarının para bölümünde şu soru sıkça sorulur: Para neden talep edilir? Bu soruya şu üçlü ile cevap verilmelidir: güncel gereksinmeleri karşılamak için; olası kara günlerde kullanmak üzere ve spekülasyon (vurgun) amacıyla.

Başkan Erdoğan’ın açıkladığı politika, yalnızca, para talebinin üçüncü nedeni ile, spekülasyon ya da vurgun ile ilgilidir. 20 Aralık’ta, yılın en uzun gecesi açıklanan “Kur Korumalı TL Vadeli Mevduat” politikası, eğer doğru okunursa, tam da vurgunculuğu önleme amacıyla yapıldığı söylense de yeni bir vurgunculuk yaklaşımıdır.

Önce, “o gece”büyük bir vurgun yaşandı. Kamuoyuna yansıdığı kadarıyla, TCMB+ kamu bankaları eliyle 6-7 milyar dolar piyasaya sürüldü. “Arka kapı satışı denilen bu işlemin kesin miktarı da ayrıntısı da bilinmiyor. Kimler, içerden haberli olarak dolar satın aldı sorusuna, bu demokratik hukuk devletinde (!) bugüne dek yanıt verilmedi. O gece döviz kuru, bir dolar=18,36’dan, bir dolar= 12,30’a düştü. Daha ne olsun; akşam satıp -sabah alan dolar başına 6 TL’den fazla kazandı. Bu işlemi beceremeyen “küçükler” de kaybetti!

Sonra, yapılan işlem, yanlışlar yapılarak ateşi çok yükselen bir hastanın soğuk suya sokulması etkisini yaptı; piyasalar, uygun deyimiyle, soluklandı. Ancak, yüksek ateşin nedenleri olduğu gibi duruyor. Hastalığı tedavi amacıyla getirilen önlem, ateşi geçici olarak düşürmekle birlikte, gerçekte, bir çözüm değil, yepyeni bir sorunlar yumağı oluşturacak niteliktedir.

Getirilen çözüm, ne kısa dönemde fiyat istikrarını sağlamaya yeterlidir, ne de uzun dönemde üretken sermaye yatırımlarının yapılacağının güvenini içeriyor. Bunları olmayınca da kalıcı iyileşme gerçekleşmiyor. Bu durumda uygulamaya konan yaklaşımın bir amacının da yurttaşın “yastık altı” birikimlerini para piyasasına çekmeyi mi amaçladığı sorusu geçerlilik kazanıyor.

Akaryakıtta olası bir fiyat düşüşüne devletin ÖTV olarak el koymasındaki olağan duyarsızlığı ayrı tutulsa da son 5-6 gün süresince doların hızla düşmesinin diğer mal ve hizmet fiyatlarına bir düşüşe neden olmadığı bunun kanıtıdır. “Mandacı” iktisatta okutulur: bu tür bağımlı fiyatlar genel olarak, aşağıya doğru esnek değildir. Yükseltilmiş olan fiyatları düşürmeye polisiye önlemler de yeterli olmaz.

Çok önemli bir nokta da bankalarda parası olanlara yapılacak ödemelerin nasıl ya da hangi kaynaktan karşılanacağıdır. İster vergilerin artırılmasıyla, ister borçlanarak, istenirse de para basılarak karşılansın, bu uygulama AKP iktidarının, özelleştirmelerle, doğa ve çevre talanlarıyla ve iç ve dış borçlanmalarla yıllardır sürdürdüğü “geleceği bugün tüketme” politikasının yeni bir türünden başka bir şey değildir.

“BEKLEDİM DE…”

Birçoğunun ekonomik açıdan gerekli olup olmadığı tartışmalı büyük altyapı yatırımlarına ağırlık veren, üstelik onları da dolar/avro cinsinden kâr garantisi vererek gerçekleştirebilen AKP iktidarı, gerçekte, inşaat dışında üretim nedir bilmiyor. Dahası mal ve hizmet üretimine yönelik yatırımları iç ve dış sermayeden bekliyor.

Ancak, iktidarın oluşturduğu yatırım iklimi buna olanak vermiyor; sıkça başvurulan benzetmeyle AKP, “atı suya götürüyor, ancak, su içmesini sağlayamıyor”. Çünkü, sorun ne at, ne de su. Sorun, yıllardır uygulanan yerli üretime yeterince önem verilmemesi ve “beş büyükler” olayında yaşandığı gibi sermayeye bile “eşit” davranılmaması politikasıdır.

Üretim, üretimi doğurur. AKP, önce, kamuya ait en büyük sanayi tesislerini, özelleştirme adı altında sudan ucuza sattı. Hatırlanırsa, o güzelim Sümerbank, “babalar gibi” satıldı. Başta pamuk ve yün olmak üzere, hammadde olarak yerli ürün kullanan fabrikaların çarkları ya hiç dönmüyor ya da ithal hammadde kullanıyor. Kâğıt fabrikalarının yerine TOKİ apartmanları dikildi. Kur artışı nedeniyle kâğıt fiyatları artınca basın yayın sektörü üretimini azaltıyor; kitap yayınları yapılamıyor; bilimsel kitaplar basılamıyor; yayınlanan kitaplar ise ateş pahası. Böylelikle, ülkede kültürelüretim de iyice azalıyor. İthal girdi bağımlılığı, tarımsal üretimi de yıkıma sürükledi; onunla birlikte, tarımda da üretim kültürü, üstelik niteliği gereği bir daha geri gelmemek üzere yok oluyor.

Üretiminin temelleri bu ölçüde yıkıma uğrayan bir ekonomiye, sermaye sahibi, üretim için gelmez, olsa olsa vurgun için gelir!

Bu durumda, Bakan’ın “yüksek ihracata dayalı olacağını” vurguladığı model, bu özelliği nedeniyle boşlukta kalıyor.

ASIL SORUN: FİYATLAMA YAPILAMIYOR

Uygulanan ekonomi politikasının asıl büyük eksiği, mal ve hizmet sunucu ya da satıcılarının karşı karşıya kaldıkları satış fiyatlarının öngörülememesidir. Bunun ana nedeni de artık tek belirleyici olan dolar kurunun öngörülemez oluşudur.

Şöyle ki; adına örtülü faiz artışı denilmesi bir yana, bu uygulama, serbest piyasanın temeli olan tüm diğer fiyatlama işlemlerinde belirsizlik demektir. Çünkü yapılan, fiyatlamada kullanılan tek araç olan TL’yi, dolara ya da dövize bağlı kılarak küresel denizlerin dalgalarına ya da vurgunculara bırakmak anlamına geliyor.

Söylemeye gerek yok, fiyat, ekonomik faaliyetlerin en önemli göstergesidir. Fiyatın, hiç olmazsa belli bir süre için öngörülebilir olması ve buradan fiyat istikrarı, sistemin çalışması için, olmazsa olmaz ya da yaşamsal önemdedir.

Gerçekte, geçen hafta alınan TL-döviz kuru kararı bu amaca yöneliktir. Ancak bu politikanın fiyat istikrarını sağlamada ne ölçüde etkili olacağı belli değildir. Özellikle de Hazine ve Maliye Bakanının “faiz artırımı tartışma dışıdır” sözleriyle, en önemli fiyatı, sermayenin fiyatını ekonomi politikasının dışına atması, uygulamaya konulan yaklaşımın geleceğini de belirsizlik kılıyor. Piyasa ekonomisinde fiyatlar belirsiz denilecek ölçüde inişli-çıkışlı ise hiçbir şey belli değildir. Bu anlayışla yürütüleceği anlaşılan yeni politika, getirdiği çözüm kadar, belki ondan da fazla, sorunları ve çözümsüzlükleri de içinde taşıyor.

Uygulamaya konulan model ekonominin yüksek enflasyon ateşini çok kısa bir süre için düşürse de, planlı ve programlı bir temel üzerinde yerli üretime dayalı bir politika izlenmedikçe, hasta yalnızca geçici bir süre, iyileşmiş gibi görünür.