Yaşadığımız günler, tutulan defterlerin açılacağı tehditleri, Twitter kısıtlamaları, sosyal medya paylaşımı gözaltıları, zamanında yapılmayan müdahaleler nedeniyle göçük altından çıkarılan her cansız beden öfkemizi, isyanımızı daha da büyütüyor.

Her şeyi devletten beklememek lazım!
Fotoğraf: BirGün

Devlet nedir? Ne yapar, ne işe yarar? Nasıl bir distopik karakterdir ki tüm otoritesi, hükümranlığı ile her ihtiyaç duyulduğunda “Her şeyi devletten beklememek lazım” diyerek karşımıza dikiliyor?

Sözün de yetkinin de kararın da halkta olduğu bir memleket kurma kararlılığımız daim. Var olanın en dar tanımıyla ise devlet, bir ülke ve içinde yaşayan insanlar. “Toprak bütünlüğüne bağlı olarak siyasal örgütlü bir halkın ya da halklar topluluğunun oluşturduğu tüzel varlık…” En dar tanımıyla da bir yoklar toplamı artık devlet…


Her şeyi devletten beklememek lazım…80 darbesinden bugüne iktidarların ve yardakçılarının ezberi…

İzmir depremi sonrası; Mersin Akdeniz Belediyesi Başkanı AKP’li Mustafa Gültak, deprem tehlikesi altında yaşayan yurttaşlara tavsiye olarak “Her şeyi devletten beklemeyin, sıfır ev alın” diyordu. Öyle bir devlet ki yurttaşların en temel hakkı barınma hakkı için herkes başının çaresine baksın çağrısını yapıyor.

Eğitim Bakanı'ndan, Sağlık Bakanı'na, belediye başkanlarından bürokratlarına bu ezber kesintisiz yıllardır tekrarlanıyor. Belediye başkanı ile eşzamanlı deprem vergilerinin nereye gittiğini açıklamaya vakitlerinin olmadığını söyleyen Enerji Bakanı ise “Her şeyi devletten beklememek lazım” açıklamasını yaparken alırken sosyal verirken neoliberal devlet olduklarını işaret ediyordu. “Devlet hangi birine yetişsin!” tavrı yandaş basınından sermeyesine bir koro halinde devam ettiriliyor. Devletin vergi alırken yurdun en ücra köşesine uzanan eli, 'vermeye' gelince bir anda kötürüm kesiliyor.

Bu kapı 12 Eylül Darbesi ile aralandı. Darbe kamucu muhalefeti, emekçileri, devrimcileri hedef aldı. Sermayenin, patronların önündeki tüm engeller kaldırıldı. Aralanan kapıyı tamamen açma Özal’a devredildi. 80’li yıllarla birlikte özelleştirme politikalarını halka benimsetmenin temel argümanı “Her şeyi devletten beklemeyin” söylemi oldu.

80’li yıllarda kamu hizmetinin kamusal bağlamından tamamen koparılıp “fiyat” gibi piyasa kavramıyla tanımlanması, kamu hizmetlerinin piyasalaşmasını, hizmet alan yurttaşların “müşteri”leşmesini hızlandırdı. 90’larda norm “Kamu hizmeti özel sektör tarafından sunulur. Özel sektör bu hizmetlerden ücret alır. Devlet bu ilişkiyi gerekirse düzenler ve denetler” halini aldı.

Kamu hizmetlerinin özelleştirmesi anlamına gelen bu politika yabancı sermayeye de açıldı. Dahası 99’da Anayasa hükmü haline getirildi. Kamusallık buharlaştı. Kamu yönetimi yerine kamu işletimi, yönetişimi kavramları tedavüle girdi. Devletin asli görevi ise sosyal adalet değil sermaye adına jandarmalık yapmak oldu. 2000’li yıllarda devletin jandarmalıktan ibaret etkinlik alanı da metalaştırıldı. Yalnızca kamu hizmetinin kendisi değil, denetlenmesi de sermayeye devredildi; ayrıca bir de bunun için de yurttaşlardan para alınması düzenlendi.

12 Eylül Darbe Anayasası bile böyle bir düzenlemeye açıkça izin vermemişti.

AKP iktidara gelir gelmez Kamu İhale Kanunu kayırmacılığa izin verir şekilde revize edildi. 21 yıllık saltanatlarını kurdukları “Yol yaptık, köprü yaptık, havaalanı yaptık, binalar yaptık” dedikleri bugün binlerce canın üzerine çöken bu rant düzeni yaratıldı.

Yeni düzenin adı kamu kaynaklarının yağmalanmasından, kadrolaşmaya “Ahbap-çavuş kapitalizmi” oldu, bu düzenin tepesine de “beşli çete” şirketleri kondu. Sosyal devletin tasfiyesi, “Her şeyi devletten beklememek lazım” algısının en kullanışlı aracı ise STK’ler oldu. Kamu hizmetlerini defalarca satın alan, defalarca vergisini ödeyen halktan kamu hizmetleri için ayrıca para toplamanın aracı haline getirildi. Sonuçta sivil toplum kuruluşu dedikleri “şey” de gücünü halktan alıyordu. Bugün bir kez daha yaşandığı gibi halkın imdadına koşan yine halk oldu.

Her depremden sonra “Gün dayanışma günü,” diyerek halktan bağışta bulunmasını istemesinde şaşırtıcı bir yan yok aslında sosyal devleti tasfiye düzeninin devamı bu söylem eşittir "Her şeyi devletten beklememek lazım" düzeni. Bugünkü çaresizliğimiz aynı zamanda büyük çelişkimiz, sivil toplum kuruluşlarından yardım uman bakışta. Sivil toplum kuruluşlarının tarihi neoliberalizmle özdeş. Devletin kamu hizmetlerinden elini eteğini çekmesinde STK’ler hayati bir rol oynuyor. Devlet, özel sektör ve sivil toplum şeklinde bir sacayağının üzerine kurulu olan neoliberal düzende STK’ler, devleti eleştirmek ya da sorumluluklarını yerine getirmeyen devleti göreve çağırmak şöyle dursun, devletin sosyal hizmetlerden çekilmesiyle geride kalan boşluğu doldurarak devletin açıklarını kapatıyor. Böylece kamu bütçesinin sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda kullanılmasının önü açılıyor. Bu durum, bütçenin neden depreme karşı önlemler için değil de Kanal İstanbul için harcandığını bize açıklıyor. STK’ler her ne kadar bir çare, çözüm görüntüsü taşısa da özünde haklarımıza, yaşamımıza dair ne varsa kamusal eğitim hakkından sağlık hakkımıza, ulaşım hakkından barınma hakkımıza ne varsa satılığa çıkarmak adına neoliberalizme meşruiyet kazandırıyor.

Öyle bir meşruiyet ki bu devletin insanı yaşatmadığının, erken müdahaleyle kurtarılabilecek binlerce hayatın ölüme terk edildiğinin, her cümlenin “Cumhurbaşkanı'mızın talimatıyla buradayız” düsturuyla başladığı, talimat verilmediği sürece hiçbir kamu kurumunun adım dahi atmadığı gerçeğinin üzerinde bir sis perdesi oluşturuyor.

Yaşadığımız günler, tutulan defterlerin açılacağı tehditleri, Twitter kısıtlamaları, sosyal medya paylaşımı gözaltıları, zamanında yapılmayan müdahaleler nedeniyle göçük altından çıkarılan her cansız beden öfkemizi, isyanımızı daha da büyütüyor.

Ve isyanımızın bir arada olduğunda, örgütlü olduğunda ne denli değiştirici, devrimci olduğunu yaşıyoruz bir kez daha. İsyan olmazsa olmaz bir başlangıç noktası, acılara, haksızlıklara, adaletsizliklere karşı çıkışımızın adımı; ancak bir kez daha yaşadık ki bir ifşa biçimi olarak isyan örgütlü olduğunda devrimci, hayat kurtarıcı. Şu yaşadığımız günlerde, bedenimizin her noktasının acıdan ibaret olduğu saatlerde insanlığa aykırı bu yaşadığımız kötülüğü ifşa etmek ile bunun üstesinden geldiğimizi ilan etme arasındaki yol kamuculuğun yaşamlarımıza, haklarımıza sahip çıkmanın ilanı aynı zamanda.