Uzaklardan göz/kulak kesilmiş bekliyorduk. Adaylar, finalistler derken yılın Booker ödülü galibi belli oldu. İskoç Douglas Stuart, kısmen otobiyografik ilk romanı “Shuggie Bain” ile Booker’ı aldı. Stuart’ın rakiplerinin da zorluklar içinde insanlıklarını muhafaza etme mücadelesi verenler üzerine yazması jürinin işini de zorlaştırmıştı: Diane Cook (The New Wilderness), Avni Doshi (Burnt Sugar), Tsitsi Dangarembga (This Mournable Body), Maaza Mengiste (The Shadow King) ve Brandon Taylor (Real Life). Douglas Stuart’ın anlattığı 1980’lerin Glasgow’unda alkolik bir anne ile küçük oğlunun hikâyesi, kişiselliği, yoğun duyguları ile diğerlerini atlatarak jüriyi yanına çekmiş olabilir.

Başka yıllarla mukayese edilmeyecek kadar farklı olan 2020’nin Douglas Stuart açısından bir başka özelliği ise, 1980’lı yıllar Glasgow’unu ve o zamanda, orada bulunmanın, yaşamanın zorluklarını anlatırken, bu hayatlar günümüz insanlarının ilgisini çeker mi diye endişeye kapılmanın ne kadar boş oluşunu fark etmesi. “Kurmaca” olduğu konusunda ısrar etmekle birlikte kendi çocukluğundan duygular, yaşanmışlıklar barındıran kitabın Glasgow’unda olup bitenler bazen bugüne de uygun düşmeleriyle insanı şaşırtıyor.

1980’ler Glasgow’u ile günümüz Glasgow’u arasında dikkat çekici benzerlikler var. Örneğin, Stuart kendini tarihi bir roman yazmış sanırken bu yılın olayları kitaba bir de ‘aciliyet’ kazandırdı. “Bedava okul yemekleri hakkında bütün bir bölüm vardı. Sonra 2020’de bir bakıyoruz, bir spor yıldızı hükümete salgının ortasında çocukları doyurmalarını söylüyor.” Böylece ya Manchester United’ın yıldızlarından Marcus Rashford’un kampanyası o günlerin bir parçası olmuş ya da 1980’ler Glasgow’u bugünün Glasgow’unun bir parçası hâline gelmiş.

Shuggie ile annesinin hikâyesi bütün bir aile ile başlıyor. Ama gözü zaten dışarıda olan babası karısı ile üç çocuğunu bırakıp gidiyor. Anneleri Agnes Bain yoksulluğa, türlü eşitsizliğe, kadınlara biçilmiş role, toplum dışı kalmaya ancak gittikçe miktarı artan alkolle tahammül edebiliyor. İki büyük kardeş Leek ve Catherine gidince küçük Shuggie annesinin tek desteği olarak kalıyor.

Yazar Stuart 1980’lerde Margaret Thatcher’ın ekonomik programının talan ettiği mahvolmanın eşiğindeki yoksul şehrinin göbeğinde iflah olmaz, darmaduman, kendini yok etme eğilimli bir anne ile ondan sorumlu küçük oğlunun karşılıklı sevgisinin hikâyesini anlatıyor aslında. Bazen umutsuzluğun eşiğine geliyor ama o eşiği geçmiyor. Bir ilk romanda ender rastlanır üslubu kitabı fazla duygusal olmaktan kurtarıyor. Belki de şimdi 44 yaşında New York’ta hayat arkadaşıyla yaşayan moda tasarımcısı Stuart’ın kitabı ancak on yılda yazmasına şaşmamak gerek. Neyse ki artık hızlanmış. İkinci romanını bitirip üçüncüye başlamış. Onların ilk kitap gibi 32 yayıncı tarafından geri çevrileceğini sanmıyoruz.

her-seyi-iskocya-ya-borcluyum-808545-1.

Shuggie’nin annesi gibi Stuart’ınki de oğlu 16 yaşındayken alkolden öldü. “Ama bu bir kurmaca, yoksa yedi yaşında bir çocuğun yaşadıkları yetersiz kalırdı. “Shuggie Bain” çocukların kusurlu anne-babalara duydukları kayıtsız şartsız sevgi üzerine, umudun her gün bir anlamda yenilenmesi üzerine.” Aslında Shuggie de annesi de oldukları yere “yabancı”. Oğlanı akranları “tuhaf” buluyor, anne ise zaten içkici. Can havliyle birbirlerine tutunuyorlar.

“Büyüme çağında olduğum çocukla bugün New York’taki yetişkin kişiliğim çok farklı insanlar gibi. Her şeyi İskoçya’ya borçluyum. Bu kitap Glasgow’un, yoksulların, eşcinsellerin sesi. İskoçya’nın batı kıyısında kendimizi herhangi bir konuda olağanüstü görmek ayıptır. Çok sıkıntı çektiğimizden dem vursak büyükanneler “Hıh! Sen de sıkıntı mı çektin?” derdi.” Douglas Stuart, çoğunlukla orta sınıftan okurlar için bir tür “yoksulluk safarisi” yazdığının farkında. “Şöyle alıcı gözle bir baksalar, belki bu insanları anlarlar.” Her şeyi İskoçya’ya borçlu olduğunu düşünüyor. “Toplumsal bir doku vardı, toplumsal bir ağ. Düşecek gibi olsun seni yakalardı. Her şeyimi İskoçya’ya borçluyum.”