Her şeyin çok güzel olması slogan olarak iyi, iyi de iş gördü, ama pratikte kolay yakalanacak hedef değil. Umarım, bir şeyleri güzelleştirerek, çok şeyin güzel olacağı bir geleceğe ilerleyebiliriz. 23 Haziran’ın, bu açıdan, umut verici olduğu kadar yoldan çıkarıcı “cilveli” bir hali de var. Geçen gün, bir sol popülizmin de olabileceğini söylediğim yazıyı; “Ancak, sağlam […]

Her şeyin çok güzel olması slogan olarak iyi, iyi de iş gördü, ama pratikte kolay yakalanacak hedef değil. Umarım, bir şeyleri güzelleştirerek, çok şeyin güzel olacağı bir geleceğe ilerleyebiliriz.

23 Haziran’ın, bu açıdan, umut verici olduğu kadar yoldan çıkarıcı “cilveli” bir hali de var. Geçen gün, bir sol popülizmin de olabileceğini söylediğim yazıyı; “Ancak, sağlam bir ideolojik belkemiğiniz ve sınıfsal yaklaşımınız yoksa, bir bakarsınız ki tersine döndürdüğünüzü sandığınız popülizm sizi kendisine döndürmüş!” diye noktalarken, işaret etmek istediğim bu sağa çağıran “cilve”ydi.

31 Mart ve ardından gelen İstanbul seçimi siyaset çarşısını iyice karıştırdı. İktidar cenahında; artık bağıra çağıra gelmeye başlayan ve Erdoğan’ın; “AK Parti’nin gölgesini kendi gölgesi sananlar içi boş çuval gibi devrilecekler” diye karşıladığı Babacan ve Davutoğlu partileri var.

Muhalefet 23 Haziran’ın “zafer sarhoşluğu” ile tartışırken, iktidar da yediği darbenin sersemliği altında arayışlara girdi. İktidar bloğu, kroki durumundaki boksör halinden “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi”nin kozmetik tadiliyle kurtulmaya çalışacak.

Peki, ya muhalefet?

Her şeyin çok güzel olup olmayacağını söylemek için henüz erken ama hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı 23 Haziran sonrası; sosyal demokratından sosyalistine ve Kürt hareketine kadar sol muhalefet açısından da yeni arayışlar, yönelimler, iş birlikleri dönemi demek.

23 Haziran’da “neye karşı oldukları” konusunda, formel ittifakı aşan güçlü bir duygu/tepki birliği ile hareket edenlerin, 23 Haziran sonrası “neyi istedikleri / neden yana oldukları”nın altını iyice doldurarak birlikte yürüyebilmeleri hem zorunlu, hem de çok daha zor!

23 Haziran’a yol açan temel etkenin; kariı tarafı rencide etmemek için “zafer” dememe özeni de gösteren, özellikle muhafazakar/sağ seçmeni kucaklamayı önceleyen dil ve belediye başkanlığı makamını “dua edilen özel alan” sayan yaklaşım olduğu kabul edilip, bu yaklaşım bir siyasal stratejiye mi dönüştürülecek?

Genel olarak sol, özel olarak da sosyal demokrasi ve CHP açısından, “karşı mahalle” ile ilişki ve orayı “karşı” olmaktan çıkarma çabası son derece anlamlı ve önemli. Ancak, bunu başarmanın yolunun o kitleleri dönüştürme iddiasından vazgeçerek onlara benzeme olduğunu sanmak ölümcül hata olur.

Yasama, yürütme ve yargının kesinlikle birbirlerinden bağımsız olduğu; kamucu bir ekonominin temel alındığı; laiklikten asla ödün verilmeyen; parlamenter demokratik bir cumhuriyet asgari müşterek olması gerekirken, laiklik konusundaki duyarlılığın terk edildiği endişesi taşıyan bir toplumsal kesim de var.

Kimliklere ve sembollere abanmayan sınıf temelli bir stratejiyi “belkemiği” yapmayan sol yaklaşımın, popülizmi tersine döndürmeye çalışırken kendisinin dönüşüp sağcılaşması ve bunun da bizi hiçbir şeyin güzel olmadığı bir geleceğe taşıması ciddi bir tehlikedir.   

2017’de nüfusun yüzde 47,4’ünün, 2018’de 44,4’ünün, 2019’da da 37,4’ünün, gittikçe azalan bir eğilimle kendini İslamcı/ Muhafazakâr olarak tanımladığı bir Türkiye’de laiklik vurgusundan uzaklaşmanın sizi götüreceği yer bellidir.

Suriye, Irak, Nijerya, Afganistan

Türkiye, bir yandan daha iyi bir yaşam arayışıyla bu ülkelerden gelen insanlarla dolarken, öte yandan da Almanya’ya iltica talebinde bulunanların sayısı açısından bu dört ülkenin hemen ardından beşinci sırada yer alıyor!

23 Haziran neye karşı olunduğunun iyi kavranması sonucuydu. Ne istediğimizin altını da iyi dolduramazsak, adımızın Suriye, Irak, Nijerya ve Afganistan’la birlikte anılmasının önüne geçemeyiz!