Tarih, üniversitenin bilgi ve bilim ürettiği oranda özerk olabileceğini göstermektedir. Sadece bilgi üretmek de yetmez, özerklik, bilgisini savunan entelektüellerle elde edilir. Dönem koşulları ile değerlendirildiğinde günümüz üniversitelerinin saygınlığını Ortaçağ kazanımlarına borçlu olduğunu, bin beş yüz yıl öncekinden daha özerk olmadıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Her üniversitenin bir hikâyesi olmalı yoksa hikâye yazmalı…

Dünyanın ilk üniversiteleri olan Bologna (İtalya), Paris (Fransa) ve Oxford (İngiltere) birkaç yıl arayla 13. yüzyılın başlarında manastırlarda doğdu. 15. yüzyılın sonuna gelindiğinde Avrupa’nın belli başlı şehirleri, kurulduğu şehrin adıyla hâlâ ayakta duran üniversitelerine kavuşmuştu: Lizbon (1290), Prag (1347), Viyana (1397), Budapeşte (1410), Barcelona (1450), Kopenhag (1478) ve diğer onlarca üniversite Ortaçağ’da ya papa ya krallar tarafından kurulmuştu.

Papalar ve krallar, üniversiteyi kutsal olmayan bilgiyi kontrol etmek, hızla artan nüfusun ve gelişen ticaretin ihtiyacını karşılayacak bilgi gerektiren üretim atölyeleri (lonca) olarak açıyordu. Manastırları üniversiteleştiren din dışı bilgiye duyulan ihtiyaçtı. Bu ihtiyaç her gün biraz daha artıyor, teolojinin yerini doğa ve medeni hukuk eğitimi alıyordu. Bu, doğal olarak üniversiteyi kimin nasıl yöneteceği sorusunu da beraberinde getiriyordu. İlk zamanlarda kilisenin uzantısı olarak kardinal veya piskoposların yönettiği üniversite laikleştikçe kiliseden uzaklaşıp krala yanaşıyor, krallar da hocaların biat yemini etmesini şart koşuyor, şansölye denen rektörlerle üniversiteyi sıkı bir denetim altında tutuyordu. Üniversite kral için prestij unsuru olmanın ötesinde, krallığın memurlarını devşirdiği yerdi. Özetle üniversite, kilise egemenliğinde teolog, kral egemenliğinde güvenilir memur üretiminin yapıldığı; egemenin hukukuna bağlı ama aynı zamanda kendine özgü işleyişi olan bir yaşam alanıydı.

Din ile kral arasındaki her gel-git üniversiteleri biraz daha özerkleştiriyordu. Çünkü üniversiteyi kontrol etmek isteyen ona ödün vermek zorunda kalıyordu. Hukuk, tarih, coğrafya, fen bilimleri ve yabancı dil öğretimi mali gücü elinde tutan otoriteleri üniversitelere bağımlı hale getirmişti. Özellikle sanat (ki zanaat olarak anlamak lazım) eğitimi üniversiteleri, kilise içinde büyüyen lonca olarak merkezileşmek isteyen krallıkları cezbediyordu. Dini ve siyasi otorite karşısında üniversitelerin tek savunması bilgilerinin ve üretimden gelen güçlerinin farkında olmalarıydı. Bu, “laik” üniversite hocalarını baskılara karşı direnişte cesaretlendiriyordu.

1229 PARİS ÜNİVERSİTESİ BOYKOTU

1229’da Paris Üniversitesi papa himayesinde ve dini otoritelerin yönetimindeydi. Kralın, işledikleri suçtan dolayı hocaları ve öğrencileri yargılama yetkisi yoktu. Üniversite dışındaki bir bar kavgasına karışan öğrencilerin yargılanması talebi üniversite yönetimi tarafından kabul edilmekle birlikte üniversite mahkemesinin öğrencilere hoşgörülü davranmasını kabullenmeyen kraliyet, muhafızlarından üniversiteyi basıp suçluları cezalandırmalarını ister. Muhafızların baskınında olaya karışmamış masum birçok öğrencinin ölümü, öğrencilerin ve laik hocaların dersleri boykot etmelerine yol açar. Kraliyet, papalık, hocalar ve öğrenciler arasındaki görüşmelerin sonuçsuz kalmasıyla boykot uzar ve iki yıl sonra Papa Gregory lX’un üniversitenin bağımsızlığını garanti etmesiyle dersler yeniden başlar. Hak, hukuk ve diyaloğun, herhangi bir kişi ve kurum için güç unsuru olmadığı bir dönemde yönetici otorite karşısında üniversiteye pazarlık gücü veren kuşkusuz “bilginin” özgürlüğü idi. Üniversiteyi boykot eden laik hoca ve öğrencilerin büyük bir kısmı başta Oxford olmak üzere Avrupa’nın diğer üniversitelerine gitmiş, özellikle zanaat eğitiminin durmasıyla üretimin yapılmadığı bu iki yıl sonunda Paris ekonomisi çökmüştü.

Bu notu, bugün üniversite özerkliği dediğimiz şeyin bilgiden ve tarihi mücadeleden edinilmiş hak olduğunu anımsatmak için ekledim. Tarih ayrıca, üniversitenin bilgi ve bilim ürettiği oranda özerk olabileceğini göstermektedir. Sadece bilgi üretmek de yetmez, özerklik, bilgisini savunan entelektüellerle elde edilir. Dönem koşulları ile değerlendirildiğinde günümüz üniversitelerinin saygınlığını Ortaçağ kazanımlarına borçlu olduğunu, bin beş yüz yıl öncekinden daha özerk olmadıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Nihayetinde üniversiteler taşıyıcı anne olarak feodalizmin rahminde gelişen loncalardı. Baba (kapitalizm), 17. yüzyılın sonuna gelindiğinde ortaya çıktı. O tarihe kadar vasiliği kah kilise, kah kral genellikle de ikisi arasında paylaşılan üniversite, yeni modern devletin ulusal kurumuna dönüşerek tarikatların arka bahçesi olmaktan kurtuldu. Fakat merkezi ulus devletlerin ön bahçesine yerleştirip özenle baktığı yerler olmak, özgürlüğü olan özerklik anlamına gelmiyordu. Finansmanı, üniversitenin ihtiyaç duyduğu, özlemini çektiği özerkliği elde etmesinin önünde hep engel oluşturdu. Düdüğü parayı verenin çaldığı kapitalizm de üniversitelere aradığı özgürlüğü vermedi.

Üniversiteler uzun süredir teknoloji dışında maddi değeri olan vazgeçilmez yeni bir şey üretmiyor. Toplum hayatına dair yeni bir hayal, yeni bir hikâye de yazamıyor. Haliyle savunacağı bir değer de üretmiş olmuyor. Üniversiteler, tarihlerinden aktardıkları misyonla saygınlıklarını koruyor; ne yazık ki artık bu yeterli değil. Üniversiteler, yeniden eski saygınlığını kazanıp özgür olmak istiyorsa ısmarlama üzerine bilgi üretmekten vazgeçip sonraki dünyanın kuruluşunda üzerine düşen görevi üstlenmek zorundadır. Magna Carta (1215)’dan İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne (1948) kadar insana dair hemen her şey söylendi. Bugünün üniversitesine kalan, edebi metinden ibaret sözlerin yaşanacağı düzenin teorisini geliştirmek, o düzenin kurulmasına pratiği ile katılmaktır.

ÜNİVERSİTE YAŞININ TOPLAMIDIR

Eğer “Batı, üniversiteyi Müslüman egemenliğindeki Endülüs eğitim kurumlarından geliştirdi” derken madara olduğunun farkında olmayacak kadar geri zekalı İslamcı biri değilseniz, Batı’dan çıkıp Türkiye’de üniversite konusuna dönmek mümkün olmuyor. Çünkü Türkiye’nin henüz hikâyesi yazılacak bir üniversite tarihi yok. Türkiye, Cumhuriyet’ten daha yaşlı bir üniversiteye sahip değil. En kıdemlisi 1933’te kurulan İstanbul Üniversitesi’dir. Niyazi Berkes’in dediği gibi bu üniversitenin yaşını, sadece fen bilimleri eğitimi vermek amacıyla 1846’da açıldıktan üç gün sonra medreseden gelen tepki sonucu kapanan Darilfünun’la başlatmak safsatadır. İstanbul Üniversitesi’nin kuruluşunu, Fatih’in 1453 yılında İstanbul’da kurduğu medreseye dayandıranlar ise hepten saçmalıyor. İstanbul Teknik Üniversitesi ve şu sıra gündemimizdeki Boğaziçi için de benzer hikâyeler uydurulur. Yaş bu kadar önemli mi? Tabii ki önemli, çünkü üniversite yaşının toplamıdır!

Kimi zaman dinin, kimi zaman kralın veya burjuvanın ama kesinlikle bir vesayetin altında da olsa bu noktaya kadar sözünü ettiğimiz üniversiteler modern dünyanın kuruluşunda aktif rol aldılar. Ne yazık ki üniversitesi olmadığı için Müslüman toplumlar yenidünyanın kuruluşuna katılamadılar. Müslüman ülkeler içinde modernleşme çabasını Cumhuriyet’le sürdürmeye karar vermiş Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda da üniversite izine rastlanmaz. Evet, gün itibari ile listede 206 üniversite gözüküyor fakat bunun ancak altı tanesi üniversite olma yolunda çaba sarf edebilecek olgunluğa sahip. Geriye kalan 200’ü ölü doğmuş okuldur.

Bir başka üniversite gerçeği de Türkiye’de üniversitenin Cumhuriyet’e değil, Cumhuriyet’in üniversiteye değer aktardığıdır. İslamcılar, Cumhuriyet değerleri ile en çok uzlaşan üniversitelere o nedenle saldırıyor. İslamcıların Boğaziçi Üniversitesi’ni özel olarak hedef almasının nedeni de bu üniversitenin Cumhuriyet değerlerini ayakta tutan Batı kültürünü temsil kabiliyeti ve o kültürü çekim merkezi haline getirmesidir. Boğaziçi 1971’de üniversite olmakla birlikte ardında Robert ve Amerikan Kolejleri var. Tek başına bu bile İslamcıların hedefi olması için yeterli bir nedendir.

İSLAM ÜLKELERİNDE ÜNİVERSİTE

İster Hıristiyan ister Müslüman ister Musevi olsun bütün tek tanrılı dinlerin bilgiyle sorunu vardır. Fakat her birinin bilgiyle baş etme yolları farklıdır. Diğerleri bilgiyi kontrol etmenin yollarını ararken İslam, ortadan kaldırmayı yöntem olarak benimsemiştir. Hıristiyanlık bilgiyi yok edemiyordu çünkü her daim çekişme halindeki krallar, din adamları, dükler, kontlar, senyörler, şövalyeler arasındaki güç savaşı bilgiye saklanacağı, bilgine sığınacağı adacıklar oluşturuyordu. Din ile devleti aynı otoritenin temsil ettiği Müslüman toplumlarda bilgiye saklanacak yer bırakılmamıştır. Böyle bir ortamda bilginin, bilim insanının, üniversitenin harici güç olarak ortaya çıkıp özerkleşme şansı yoktu. Hâlâ da yok…

Müslüman ülkelerde yapılar (cami, köprü, medrese, külliye, çeşme vs.) dönemin kültürünü değil, şahsı ayakta tutan güç ikonlarıdır. Üniversiteler de yöneticinin güç devşirdiği yapılar olarak görülmüştür. O nedenle Türkiye’de üniversite listesine baktığınızda siyasi tarihin kronolojisini görürsünüz. Ve genellikle üniversite kavramıyla yan yana gelmemesi gereken kişilerle anılır üniversite. Çünkü üniversite, adlandırma aşamasında, henüz doğmadan önce takılan adla vesayet altına alınmak istenmektedir. Rusya’da Putin üniversitesi yok; ama Türkiye’de Recep Tayyip Erdoğan, Suudi Arabistan’da Kral Faysal Üniversitesi var! Papa III. İnnocentius ve ardılları Paris’te kurduğu üniversiteye kendi adını vermemiş. Bilim, tarih ve hukuk kitapları yazmış, bilim insanı olarak anılan ve onuruna adı 1935’te Ay’daki bir kratere verilen Kastilya kralı X. Alfonso da kurduğu üniversiteye kurulduğu kasabanın (Salamanca Üniversitesi -1255-) adını vermiş. Görülüyor üniversitenin ömrünü ve rolünü belirlemede isimlendirme bile son derece önemlidir.

Şöyle bir etrafa baktığınızda, bilimin kaderinin, ülkeyi yöneten erkin dini temsil gücüne bağlı olduğunu görürsünüz. Türkiye, uzun süredir bilgiyi gördüğü yerde iki eliyle boğazını sıkıp öldürecek İslâm’ın evrensel temsilcisi olduğunu düşünen cemaatler tarafından yönetiliyor. Türkiye belki birkaç yıl önde gözükse de Müslüman toplumlar henüz Ortaçağ’ın ilk dönemini yaşıyor (Bu iddianın bariz kanıtı, Bologna’dan önce kurulan El Ezher’in (970) kurulduğu dönemin İslam anlayışını aşıp üniversiteleşememesidir). Bizi buradan çıkaracak hikâyesi olan üniversitelerimiz yok... Üniversitemiz yok diye beklemek de gerekmez; en doğrusu rektörünü kendisi belirleyecek üniversiteyi kurmanın yolunu bulmak, yani yeni hikâye yazmaktır.