Müslüman dediğin…”, “Erkek adam yapar mı böyle şeyler?”, “Kadınsan kadınlığını bil!”, “Üslubunu düzelt”, “Yaşından başından utan”, “Yaptığın bir sosyaliste yakışıyor mu hiç?”… Her yanımızda zabitler, görevliler, Hızır Paşalar.

Platon’u severim. Yazdıklarının kendinden sonraki birçok kişiyi zehirlediğine inanırım. Gerçekten zehirlediğine… Kelimenin çıplak anlamıyla yani. Peki böyle birisi neden sevilsin ki? İşte tam da bu soruyu sordurttuğu için. Platon bütünlükçü anlayışın, bölünemez duygu ve eylem biçimlerinin düşünürüydü. O, bir katile aşık olunabileceğini tasavvur edemezdi örneğin. Her davranışın ve eylemin ahlaki, iyi bir yönü olması gerektiğini vurgulardı. Platon’un gücü ve beni kendisine hayran bırakan yönü budur. O, bir şeytan gibi, öncelikle kendisinin olmadığına inandırarak sızardı ruhlara. Neredeyse bütün Batı felsefesi adeta onun yazdıklarına düşülen bir dip not gibiydi. Büyüklüğü ve büyüsü de buradaydı. Hayran olunası tarafı… -Simon May, Aşkın Tarihi adlı kitabında Platoncu bu bakışı ve onun mirasını deşifre eder-.

Irma Grese, II. Dünya Savaşı sırasında Nazilerin Ravensbrück, Auschwitz ve Bergen-Belsen toplama kamplarında gardiyanlık yapmıştı. Tarih kitapları onun, erkek meslektaşlarından daha az bilindiğini ve fakat neredeyse onlar kadar gaddar olduğunu yazar. Esirleri köpeklere yedirmekten, gaz odalarında katletmeye kadar türlü türlü işkencelerle on binlerce insanı öldürmüştü. Muhtemelen Platon, onun çağında yaşamış olsaydı, Irma’nın müzikseverliğini anlayamayacak ve hatta emir aldığı Hitler’in vejeteryanlığına ve hayvan sevgisine de asla inanmayacaktı (Bu konuda tartışmalar olsa da yaygın olarak Hitler’in bir vejeteryan olduğuna inanılıyor). Oysa ikisi de doğruydu. Aslında hayat ve duygular Platon’un sandığı gibi değil, tam da Nazım’ın Umut şiirinde yazdığı gibiydi: “Ve güneş doğarken, zenci şoförü/ Ağaca asarlar yol kıyısında/ Gazyağına bulayarak yakarlar/ Sonra kimi kahve içmeye gider/ Kimi saç tıraşı olur berberde/ Kimi dükkanını açar erkenden/ Kimi genç kızını öper alnından”. Hayat ve ölüm ve dahi cinayet, kimileri için işte bu kadar hayatın içinde, işte bu denli aynıydı. İnsan denilen yaratık böyleydi. Bir yanda binlerce insanı öldürebilirken diğer yanda kızının saçlarını okşayabiliyordu. Duygular ve eylemlerin, diğer duygular ve eylemlerle olan paralelliği zorunlu değildi. Bir insan tepeden tırnağa ahlaklı, tepeden tırnağa iyi bir şey olamazdı –olmak zorunda değildi-. Oysa Platon’un zehri her kesimden insanın damarında dolaşmaktaydı.

Platon hâlâ yaşamaktadır. Diridir. Düşünceleri her kesimden insanın içinde her fırsatta kendisini göstermektedir. Oluşun ve akışın karşısındadır. O ağacı görür ama kökün toprak altındaki öngörülemez ilerleyişini anlamaz. İnsanları, sabitlediği alanlara hapsedendir. Hayatın her alanında oluşun, değişimin büyük gücünün önüne geçmeye çalışır. Ben BirGün gazetesinin köşe yazarıyım ama “kaba” birisiyim; ben “kötü” bir yazarım ama “iyi” bir babayım; ben “iyi” bir yazarım ama “kötü” bir arkadaşım; ben insanları seviyorum ama halkları sevmiyorum vs. Platon için bu cümleler yalnızca anlaşılmaz değildi, aynı zamanda ahlaksızdı da… Ve sırf bu cümleleri söyleyeni yargılamak için zabitler, polisler, “görevliler, Hızır Paşalar” yetiştirirdi.

LGBTİ haklarını savunanları, aynı zamanda meslek şovenisti yapıp diğer insanları ötekileştirebilir; emek sömürülmesin diye sokaklara dökülenleri, hemşehricilik batağına sokabilirdi. Bir başkasının ne olması gerektiğine, bir meseleyle ilgili nasıl söylemesi ve nasıl eylemesi gerektiğine ilişkin emirler dilinde; kimin hangi gazetede yazabileceği, hangi cümleleri kurabileceğine ilişkin KHK’leri cebindeydi. Bir balarısının yalnızca bir balarısı olamayacağına, isterse bir gergedan olabileceğine asla inanmazlardı.

Belki siz de inanmadınız bu son söylediğime. Ama ben inanıyorum. Ve buna iman edenleri kendime yoldaş biliyorum. Ama yine de insanı sabitleyen, “iyi”yi, ulaşılması gereken tek gerçeklik olarak gösteren Platon’u seviyorum. Dünyayı zehirlediği ve bu zehirle, ilacı bize gösterdiği için seviyorum.