Sadece Fukara Tahir, Yalınayak İsmet öncü değildir, Ereğli işçisi de öncüdür. Yalnız büyük direnişlerin değil fabrikada her gün bir branşta birini bitirip öbürünü başlattıkları seri direnişlerin de öznesidirler. 60’larda Ereğli’de işçi olmak, sadece kendisine değil bütün sınıfına ve kendinden sonra geleceklere yepyeni bir yol açmak demektir. Ereğli işçisi, Türkiye işçi sınıfına bir değil binlerce tohum bırakmıştır.

Her Yer Seri Direniş

ZAFER AYDIN

Bir süre önce Ayrıntı Yayınları’ndan çıktı; Can Kartoğlu’nun Her Yer Seri Direniş kitabı. Onlarca sözlü tarih çalışmasına ait kayıtlar, gazete kupürleri, belgelerden süzülen sıra dışı bir anlatımla, bir dönemin Ereğlisinde yaşanan işçi hikâyelerini aktarıyor, Can Kartoğlu. Tarihle edebiyatı, gerçekle kurguyu birleştiren kitapta yazar, işçilere reva görülen cehennemi, cennete çevirmek için canını dişine takan İsmet Demir, Fukara Tahir, Necmettin Giritlioğlu Uğur Cankoçak gibi sendikacılarla yerel işçi önderlerini konuşturuyor. Yaşananları, yaşayanların gözüyle anlatıyor. Böylece olup biteni kuru kuruya dile getirmek yerine işin ruhunu, duygusunu da yansıtan etkileyici bir anlatım ortaya koyuyor. İşçi kitaplığında özgün ve özel bir yer tutacak olan Her Yer Seri Direniş kitabı üzerine Can Kartoğlu’na kulak vermek istedik.

Her Yer Seri Direniş, işçi sınıfı tarihi üzerine bildiğimiz çalışma biçimlerinin içine doğrudan sokulamayacak bir kitap. Özgün bir üsluba ve içeriğe sahip. Bu açıdan bakınca ne tür özgünlüklerden söz her-yer-seri-direnis-821608-1.edebiliriz ve kitabı kategorik olarak hangi türün içine koymalıyız?

Kitap özgünlüğünü iki şeyden alıyor. Biri, yazarlıktan çok hikâye anlatıcılığı yapmamdan… Biri, gerçek ile kurgu arasında oluşturduğum dengeden… Ben bu kitapla ilkel ve köklü bir şey yapıyorum: hikâye anlatıyorum. Bu gücü yaşanmış olaylardan, yaşamış kişilerden alıyorum. Tarihten alıyorum. Tarihe sadık olmak kurguya engel değil. Gerçekten yola çıkarak kurgu yapıyor, gerçeği kurguda işliyor, edebi süzgeçten geçirerek anlatıyorum. Alışageldiğimiz ve her biri kaynak kitap niteliğinde olan işçi sınıfı tarihi kitaplarında olageldiği gibi nakletmiyorum. Naklen değil anlattıklarım. Ve bunu yaparken hakikatin etkisini aşmaya çalışan bir üsluba, bir kurguya girişmiyorum. Yazar olarak varlığımı anlattığım şeyin önüne koymuyorum. Olayı bütün gerçekliğiyle hikâye ederek anlatırsam capcanlı resmedeceğimi ve böylece anlattığımı okunur kılacağımı, anlattıklarımın kitapta değil kalpte kalacağını, yaşama akacağını öngörüyorum. Gencecik işçiler için anlatıyorum bu belge-hikâyeleri. Ellerinden tutmak, onlara kendilerini hatırlatmak, güçlerini kulaklarına fısıldamak, hayallerine ortak olmak için anlatıyorum. Ne zaman yılgınlığa düşseler, tökezleseler Her Yer Seri Direniş - Ereğli İşçi Hikâyeleri tutup onları kaldırsın diye hikâye anlatıyorum. Geçmişlerini bilsinler istiyorum. Bilsinler ki gelecek olsun istiyorum. Bu kitabın niyeti işçi sınıfının içine girmek; işçinin mahir ellerinde, gözünün önünde, yatağının başucunda, sırt çantasında, aklında, fikrinde, kalbinde olmak.

Kitabı, sözlü tarih çalışmalarının üzerine bina etmiş, olayları ve kişileri konuşturmuşsunuz. Can Şafak’ın kitaba yazdığı önsözde bu konuşturmanın bir kurgu üzerine oturduğu bilgisi yer alıyor. Anlatımda kurgu nasıl bir yer tutuyor?

Her Yer Seri Direniş – Ereğli İşçi Hikâyeleri, Can Şafak’ın sözlü tarih çalışmalarından fazlasıyla yararlansa da kitabı salt sözlü tarih çalışmalarının üzerine inşa etmedim. Dikkatli okur kitabın son hikâyesinde Can Şafak’ın yazara bu kitabı yazması için bütün arşivini verdiğini hatırlayacaktır. O arşivde neler yoktu ki? Sayfa sayfa taranmış gazeteler, dergiler, fotoğraflar, belgeler ve Can Şafak’ın Ereğli’de 1960-65 yılları arasında yaşanmış olayların bizzat sahipleri ve tanıklarıyla yaptığı; kâh çözümlenmiş, kâh çözümlenmemiş yığınlarca sözlü tarih kaydı… Hepsini bir yıl boyunca taradım. Sözlü tarih kayıtlarını atlamadan dinledim. Kimi emek kahramanlarını seslerinden, kimini fotoğraflarından, haberlerinden tanır duruma geldim. Bu arşivle çoğu yaşamayan dostlar edindim ve iliklerime kadar hissettim yaşadıklarını. Fukara Tahir’le eşeğe de bindim, o meşhur Land Rover’a da. İsmet Demir’in arkasına düştüm, ben de yalınayak koştum Meclis’e. Fukara Tahir’in kahvesinde soba üstünde fokurdayan fasulyenin kokusunu duydum. Sırtımda yatağımı denk yapıp geldiğim Ereğli’de mezarlıkta yattım. Emek tarihi yazarlarının kaleme aldığı Erdemir’in kuruluşuna değin yazılmış ne varsa, kafamı kaldırmadan okudum ve hayal ettim… Zaten o döneme ait her şey, bütün bilgi aktarılmıştı. Epey oylumlu kitaplarda saklıydı bu bilgiler. Ben Can Şafak arşivinden ve emek tarihi kitaplarından öğrendiğim gerçekleri kurgulayarak, gerçeklerin hikâyesini yukardan bakmadan anlattım. Necmettin Giritlioğlu’nun 1970’te Zonguldak’ta mahkeme sonrası cezaevi aracına binerken bir kız çocuğuna annesinin “Can” diye seslenişini duymasıyla “Muzaffer nasıl ki kız adı oluyor, demek ki Can da kız adı olurmuş” demesi gerçek midir, kurgu mudur, kim bilebilir? Ya da uzaya ayak basıldığı gün fabrikaya ayak bastığı günü “benim için büyük insanlık için küçük bir adım” diyerek hatırlayan işçi Ali Kara gerçek midir kurgu mudur, ben de bilmiyorum. Evet, Thalmayer’in tahta ağızlığının ucundaki Bafra sigarasıdır, peki Sultan Hanım’ın Thalmayer’in arkasından su dökmesine kim kurgu diyebilir? Satılık Grev’de “Bingöl Abi de işten çıkartılınca biz hiç sesimizi çıkartamadık. O bizim için az uğraşmadı.” diyen işçinin Necmettin’le kucaklaşmasının son kucaklaşma olması kurgu mudur? Gerçeğin ta kendisidir. Hikâyedir: Yazılan değil anlatılan tarihtir… Kitaba adını veren “Her Yer Yalınayak İsmet, Her Yer Seri Direniş: İsmet Demir” adlı hikâyede, İsmet Demir’in “Oturdum, anılarımda bile yazdım... Şimdi gidip Milli Kütüphane’de belgelere bakın, orada bulamıyorsanız Türk-İş’e gidin, araştırın diyeceğim ama duydum ki Türk-İş bütün belgelerini SEKA’ya göndermiş! Ortada tek bir belge kalmamış. Bunu sendikalara, sendikaların tarihini yok etmek isteyen muktedirler yapsa, sendikacıların demediği laf kalmazdı. Kendi tarihini hurda kâğıt olarak görenlerin, kendi geçmişini gözünü kırpmadan yok edenlerin geleceği olabilir mi?” demesi evet kurgudur, hem de gerçek olacak kadar…

Her Yer Seri Direniş, Ereğli İşçi Hikâyeleri, Ereğlili ya da yolu Ereğli’den geçmiş işçilerin hikâyelerinden oluşuyor. Hangi dönemi anlatıyor ve o dönemde Ereğli’de yaşamış olmak, işçi olmak ne anlama her-yer-seri-direnis-821612-1.geliyor? Bakınca ne gördünüz?

Kitap, 1960’ların başında yapı işçilerinin Türk ve Amerikan sermayesiyle kurulacak ve Türkiye’nin en büyük sanayi kuruluşlarından biri olacak Ereğli Demir Çelik Fabrikaları’nın dev inşasında kendilerine bir iş bulma umuduyla Türkiye’nin dört bir yanından sırtlarında denkleriyle Ereğli’ye gelmeleriyle başlıyor. Çilek kokan soluğunu 1962’deki yaşanmışlıktan alan “Eller Yukarı! Bu Bir Soygundur!” adlı ilk hikâyeden doğru 1970’lere uzanıyor kitap. Ereğli’nin üstüne kötülüğün yeryüzündeki gölgesinin düşmesiyle, küçük balıkçı kasabasından ağır sanayi kentine evirildiği zamanı kapsıyor. O gölge Amerikan firması Morrison’dur. Zulmün, sömürünün ta kendisi… Ereğli Demir Çelik Fabrikaları’nın inşaatının yüklenici firması. “Morrison Süleyman” lakabıyla anılan genel müdürünün Süleyman Demirel olduğu, Morrison’u “müstesna” bir şirket olarak gören Ecevit’inse daha “Halkçı Ecevit” olmadığı, Çalışma Bakanı olduğu zamanlardır. Bir de kelimenin gerçek anlamıyla iki “müstesna” insan vardır karşılarında: Fukara Tahir ile Yalınayak İsmet. Bütün hücreleriyle yapı işçilerini örgütlemeye baş koymuş iki cesur yürek. Bir örnek bile yokken önlerinde, sezgiyle bulurlar mücadelenin ilk koşulunun birlikte direnmek olduğunu. Sendikanın sol siyasetle, üniversiteli devrimci gençlerle buluşabildiği çok hareketli, çok hararetli, heyecanı yüksek, umudu uçsuz bucaksız, hayali derya deniz bir dönemdir 60’lı yıllar, 70’lerin başı... İşçiler Ereğli’ye ODTÜ’den gelen devrimci gençlerle tanışırlar, birlikte mücadele ederler. Denize de girerler Mahir’le, Ulaş’la… Düşünsenize Fukara Tahir’in, İsmet Demir’in öncülüğünde çıkarlar meydanlara. Sadece Fukara Tahir, Yalınayak İsmet öncü değildir, Ereğli İşçisi de öncüdür. Yalnız büyük direnişlerin değil fabrikada her gün bir branşta birini bitirip öbürünü başlattıkları seri direnişlerin de öznesidirler. 60’larda Ereğli’de işçi olmak, sadece kendisine değil bütün sınıfına ve kendinden sonra geleceklere yepyeni bir yol açmak demektir. Ereğli İşçisi, Türkiye işçi sınıfına bir değil binlerce tohum bırakmıştır. Ben, buradan 1960’ların Ereğlisine baktığımda içi hayat ve hayal dolu o tohumları görüyorum. Er geç çatlar o tohumlar.

Kitapta yer alan portreler genellikle sınıf mücadelesi, sendikal mücadele içinde üstlendikleri olumlu rollerle bilinen insanlardan oluşuyor. Buna rağmen, sizin koyduğunuz başlıkla “Yıldızların en yanardöneri Fikri Yıldız” da var. Fikri Yıldız’ın hikâyesini yazmakla neyi amaçladınız?

Fikri Yıldız kitaba girmese olmazdı. Çünkü onun girmediği yer yok. Kitaba bu özelliğiyle sızdı. İroniktir onun kitapta yer alışı. Ve elzemdir. O dönemi iyisiyle kötüsüyle, gangsteriyle devrimcisiyle, emeği yücelteniyle emeğe çelme takanıyla birlikte bir bütün olarak kavrayabilmemiz için.

Kitabı ithaf ettiğiniz iş cinayetine kurban giden Hasan Oğuz’la tanışmanızı anlattığınız giriş bölümü, dünü bugüne bağlayan bir özellik taşıyor. Buradan yola çıkarak dünün işçi hikâyeleri üzerinden bugüne bakınca, dünün Ereğlisi ile bugünün Ereğlisi, dünün Türkiyesi ile bugünün Türkiyesi, dünün yapı işçisi ile bugünün yapı işçisi arasında nasıl bir kıyaslama yapıyorsunuz? Ne tür benzerlikler ve farklılıklar görüyorsunuz?

3 Mart 1962’de polis barikatlarını aşarak Ulus’tan Meclis’e “açız” diye yalınayak koşan beş bin işçiden bugün avcuna “iş, aş” yazarak intihar eden işçiye vardık.

Daha çocukken babasının yanında işi öğrenen, çekirdekten yetişmiş yapı işçileri yok artık sadece. Üniversite öğrencileri, üniversite diplomalı gençler, KHK’yle işlerinden edilmiş memurlar, en çok da atanamayan öğretmenler var yapı işçilerinin arasında.

1960’ların, 1970’lerin başındaki canlılıktan, sendikal hareketlilikten, sol yükselişten artık eser yok. İrtifa kaybı var. Her darbede tırpanlanmış işçi haklarını ara da bul. Bugün eskisi gibi yeni haklar, yeni kazanımlar için mücadele etmiyor işçiler. Var olan haklarını korumak için mücadele ediyorlar. Hiç olmadı o haklarına ulaşabilmek, o haklarından da olmamak için düşüyorlar yollara. Şimdi sendikalar işçilerin, sendikacılık da doruklara çıktığı 60’ların çok gerisinde.

En büyük fark bunlar olsa gerek.

1962’de Açlar Yürüyüşü’ndeki, yine aynı yıl Ereğli’deki işçi mitingindeki gözü karalık 2018’de Üçüncü Havalimanı işçilerinde de var. Onların yeri göğü inleten ıslığında Fukara Tahir’in, Yalınayak İsmet’in, Necmettin’in bıraktığı nefes var. Şimdi kulağında küpe, kollarında dövme, sırtlarında çantalarıyla yürürlerken hiç de Fukara Tahir’in kahvehanesini dolduran kasketli, poturlu, ayakları lastikli işçilere benzemeseler de özleri aynı. 1962’de “İnsaf yahu!” derken bugün “Yapı işçileri köle değildir” diye haykırıyorlar. Dün fabrikalarda, şantiyelerde direniyorlardı, bugün Kazdağları’nda da direnişteler, Barış mitinglerindeler.

Yine işleri geçici… Çünkü örgütlenmeye hem bu kadar açık hem de örgütlenmenin bu kadar zor ve dağınık olduğu bir iş kolundalar.

Yine hemşericilik var. Ama artık memleketinden sırtında döşeğiyle iş kovalamaya gelmiyor, işini ayarlayıp geliyor. Amcaoğlu WhatsApp'tan yazıyor, 'İş açıldı, gel' diyor. Pazartesi işbaşı yapacaksa pazar akşamı yola çıkıyor, direkt şantiyeye gidiyor, giriş işlemlerini yapıyor, şantiyede kalmaya başlıyor.

Ereğli’ye baktığımda Ereğli’yi göremiyorum. Kapkara bir duman görüyorum. Ne fabrika ne sendika görülüyor. Artık Ereğli’de sendikal mücadeleden ziyade çevre mücadelesi var. Temiz hava hakkı için başlatılan çevre hareketinin mayasında kuşkusuz Ereğli’ye ‘60’lardan kalan direniş mirası var. Alaplı’da altın arayan Kanadalı şirkete karşı yükselttikleri mücadelede olduğu gibi.

Türkiye’ye baktığımda ise biteviye inşaat sesi duyuyorum. “Evde kal Türkiye” çağrılarının yapıldığı mart ve nisanda sessizliğin ortasında yankılanan ne çekiç sesleri kulağımdan gidiyor ne de sessizliği yararak geçen motosikletli kuryelerin görüntüsü… Evde kalamayanlardan biri de Hasan Oğuz’du. Ben onunla 2019 sonunda Necmettin-Bir Devrimcinin Hatırası kitabının imza gününde tanıştım ve sonrasında söyleşi yaptım. Öyle birikimli, öyle cevval bir gençti ki ona hem hayran kaldım hem de korktum, Necmettin gibi başına bir şey gelmesinden. Beton deliciydi Hasan. Galataport’ta.