Yaşar Kemal’e göre gerçeklikle düş gücü iç içedir. Belki de bu nedenle kendini Homeros’a yakın hisseder. Ama o kendini Homeros’a yakın bulurken, hem insanın derin iç dünyasını, hem de yenmesi gerekirken yenilenin gerçeğini görür.

Heredot’un zaferini düşleyen çağdaş Homeros
Fotoğraf: DepoPhotos

“Bir yandan kamera önü bir yandan da yönetmen olarak kamera arsasındaydım. Film bittikten sonra İstanbul’a döndüğümde ‘Acaba çekebildim mi?’ diye bir ay boyunca evden dışarı çıkmadım. ‘Herhalde çok kötü bir film çektim, ben Türkiye’yi terk etmeliyim, ben Yaşar Kemal’e ne diyeceğim?’ diye diye hastalandım… Filmi birlikte izledik. Yaşar Kemal ‘Yahu ben beğendim’ dedi omzuma vurarak.”

Türkan Şoray’dı konuşan. Usta yazarın romanı Yılanı Öldürseler’i nasıl çektiğini anlatıyordu. Türkan Hanım’ı hayatımda ilk kez bu kadar yakından görüyor ve dinliyordum. Farklı bir insan, farklı bir kişilikti dinlediğimiz. Büyük bir tevazu ile adeta utanarak, ışıklı bir mahcubiyetle konuşuyordu. Arkadaki büyük ekranda o güne kadar görmediği birlikte çekilmiş fotoğraflarını gördüğündeki coşkusu bana ve oradaki herkese bulaştı, hepimizin coşkusuna dönüştü.

İzmir’de Büyükşehir Belediyesi ile Yaşar Kemal Vakfı’nın düzenlediği sempozyumu izliyor, 50’yi aşkın bildiriyi doğrusu yorulsak da ilgiyle dinliyorduk. Salon doluydu ve iki gün boyunca hep öyle kaldı. Şimdi gökyüzünde büyük, parlak bir yıldız olan Yaşar Kemal’imizin tanımaktan mutluluk duyduğum eşi ve vakfın yöneticisi Semiha Baban Gökçeli, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı değerli Tunç Soyer, bütün bir organizasyonu ve fikri yapıyı oluşturan değerli edebiyat insanı Feridun Andaç katılanların ve dinleyenlerin eksilmeyen heyecan ve ilgisinden emindiler ki, yoğun bir sempozyum düzenlemekte hiç tereddüt etmemişlerdi.

Yaşar Kemal’in ana izleği

Gerçekten Yaşar Kemal’i her yönüyle değerlendiren doğa sevgisini vurgulayan bildiriler ilgiyle dinlendi. Aralarda da hep Yaşar Kemal’i anlatan bildiriler konuşuldu. “Yaşar Kemal çok yönlü bir edebiyat insanı olduğu için kimi zaman bu çokların her birisinin ayrı ayrı ve ana izlek olarak vurgulanması bizi gerçek Yaşar Kemal’den uzaklaştırıyor mu acaba?” diye kaygılanıyor, düşünüyordum. Ama bildiriler o kadar doyurucu ve kapsamlıydı ki eleştirmek doğrusu yersiz olurdu. Yine de burada söylemeden geçemeyeceğim. Her bütün parçalardan oluşur ve her parça da o bütünün parçasıdır, onu içerir. Ya da bütünü oluşturan parçalar ancak bütünle kurdukları ilişki aracılığı ile kavranabilir, anlaşılabilirler. Bütünü gözden kaçırmak parçaları da zayıflatabilir. Bu açıdan bakıldığında dinlediğimiz her biri gerçekten ufuk açan, ufuk genişleten bildirilerin bütünlükle bağının daha iyi kurulabileceğini düşünmekten kendimi alamadım.

Ne demek istiyorum? Bildirileri şöyle kısaca sıralarsam belki daha iyi anlatabilirim: Yaşar Kemal’in gazeteciliği; Röportajcılığı ve söyleşi ile röportajın farklılığı, daha doğrusu ilgisizliği; Yaşar Kemal’de coğrafyayı anlamak; Ekonomik ve toplumsal değişimin doğa ve insan davranışına yansımalarının yazınsallaştırılması; Romanlarda mübadele ve terk edilmiş topraklar meselesi; Savaş karşıtı söylem; Doğanın gizli yaşamını bilen yazar; Örselenmiş Phyisis’in kurulumu ve dönüşümü; Yaşar Kemal’i ekonomik eleştiri bağlamında okumak; Yaşar Kemal’de denizin rengi, sesi, sırrı, derdi; Yaşar Kemal romanında bitkiler bize ne anlatır? Ve yine değerli ve eşsiz yazarımızın öteki önemli yönlerini içeren bildiriler. Görüldüğü gibi gerçekten de tebliğlerin tümü de Yaşar Kemal’in her biri başlı başına anlatılmasında büyük yarar olan özelliklerini, başlı başına değer taşıyan tezlerini hemen her açıdan, hatta post modern açıdan bile anlatıyordu. Ama tümünü bir araya getirebilecek bütünle ilgili “Yaşar Kemal nasıl bir dünya görüşünün temsilcisi ve militanıydı, bütün o parçaları belirleyen onları zenginleştiren yanı neydi?” sorusu ya parçaların içinde kendini göstermeyecek kadar gizli kaldı, ya TİP militanı olarak yaptığı radyo konuşması gibi, dolaylı olarak sezgilere güvenilerek anlatıldı ya da izleyenlerin o ana özelliğe vakıf olduğu varsayıldı.

Kendi anlatımıyla Yaşar Kemal

Ne demek istediğimi Yaşar Kemal’in kendisini büyük bir açıklıkla anlattığı sözlerini aktararak temize çekmeye çalışayım. “Alan Bozquet ile görüşmeler Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor” kitabından (Adam Yayınları. s.123) okuyorum: “Ben sosyalist militanım ve Marksistim. Bunu en geniş anlamı ile söylüyorum. Militanım derken kendimi hiçbir zaman dar kalıpların içine hapsetmedim. Bunu insanın her yönüyle yüzde yüz bağımsızlığı olarak anladım. Bunu böyle anlatırken Marksizm’in kurallarını özümsediğimi sanıyorum. Marksizmin insan özgürlüğüne, birey ve düşünce özgürlüğüne bir tuzak olduğunu hiç sanmıyorum. Tam aksine Marksizm’e bireyin kurtuluşu, insanın özgürleşmesi diye bakıyorum. 1844 El Yazması benim için Kapital kadar önemli bir kitaptır…. Marksizm bana dünyaya bakmak için açılan en aydınlık kapı oldu.”

Bir başka soruya yanıt verirken de şöyle dedi ustamız: “Fildişi kulede de bir sanat yapılabileceğini hiç anlamıyorum. Benim kanılarım benim yapıtlarıma girmemiştir diye nasıl söyleyebilirim.” (a.g.e., s.129)

Bu nedenle Yaşar Kemal’i anlamak, tanımak istiyorsak onun doğa ile ilişkisinin temelinde, çevreciliğinde, hümanistliğinde, insanın yaşadığı dönemin ekonomik sosyal politik ilişkilerini değerlendirme yönteminde bu temel çizginin yansımasını görmek gerekir. Yaşar Kemal anlattığı insanı, doğayı, insan doğa ilişkisini hep bu temel üzerine bina etmiştir. Bu sempozyumda da bu temelin hiç değilse bir ana bildirge, bir bildiri ile vurgulanması tüm öteki sunumların değerini daha da yükseltirdi. Ama kuşkusuz bu eleştiriyi abartmamakta, sempozyumun yaptığı büyük işin öneminin altın çizmekte yarar var.
Eleştirinin amacı sempozyumda bu konuya daha fazla vurgu yapılmasının daha doğru olacağının söylenmesi, eksikliğin kötüye kullanılmasına kapıları kapatmaktır. Bu kapıyı kapatalım, çünkü Yaşar Kemal sosyalist kimliğini ve eylemini sık sık vurgulamıştır.

***

Yaşar Kemali ve yazdıklarını değerlendirirken sık sık onun “büyülü gerçekçilik” akımına dahil ya da yakın olduğu da söylenir. Sempozyumda da bu tartışma izleyicilerin de ilgiyle katıldıkları bir tartışma oldu. Büyü ile gerçeğin bu ilginç bileşiminde gerçek, büyünün, fantastik olanın yardımıyla anlatılır. Yaşar Kemal’de böyle bir yöntemden söz edilebileceğini sanmıyorum. O gizemin ve düş gücünün bitmesini, insanın insani yönünün en önemli yerinin çökmesi olarak görüyordu. Şöyle anlatır kendi yaklaşımını: “Benim maceram insanın gizemine varmak içindi. Düş gücüne gelince, o gün de bugün de sonsuz düşler kuruyorum. Düş gücünü yitiren insanın hiç umudu olur mu? Umut düş gücünün yarattığı ve insanoğlunun sahip olduğu en büyük değerlerinden birisi değil mi? İnsan umut yaratmadan yaşayabilir mi?” (a.g.e., s.79) Yaşar Kemal’e göre gerçeklikle düş gücü iç içedir. Belki de bu nedenle kendini Homeros’a yakın hisseder. Ama o kendini Homeros’a yakın bulurken, hem insanın derin iç dünyasını, hem de yenmesi gerekirken yenilenin gerçeğini görür. Şöyle der: “Ben …Homeros’a yakınım derken Hektor’u düşünmüş olabilirim.” (a.g.e,, s.145) Doğaldır ki büyük yazarımız zayıf noktası yalnızca topuğu olan Akhilleus’a, tanrıların tanrıçaların desteğiyle Hektor’u öldüren bu yarı tanrıya değil, kendini savunmak için surların dışına çıkarak ölümü göze alan Hektor’a yakındı. O da çağının bir yazarı, şairi, destancısı bir Homeros olarak eylemi ve eserleriyle insanı, yoksulları, işçileri, köylüleri, derebeylerini, kan emici ağaları, para için yaratılan bataklıkları, bataklıkları kurutarak yeni bir sömürü düzenini kuran yeni yetme kapitalistleri anlattı.

Yaşar Kemal’in romanlarında Akhilleuslar, Hektorlar onun düş gücüyle yeniden canlandılar.

Sempozyumu düzenleyenlere yürekten teşekkürler.