Biz kadınları ve çocukları bu bodruma aldıkları ilk gece rüyama girdi. İkimiz de 17 yaşındaydık, lisede dersten çıktıktan sonra birlikte çimlere uzanmış bulutları izliyorduk. O geceden bugüne 14 gün geçti ve hâlâ tek bir bulut görmedim

Herhangi bir savaşın herhangi bir hikâyesi

ZİHNİ BAŞSARAY / zihnibassaray@gmail.com

Hepimizin tırnaklarının arasında pişmanlık lekeleri var, birbirimizi bu lekelerden tanıyoruz. Aslında ilk günler daha başkaydı. İki güne kadar buradan çıkacağımızı düşünüyorduk ama bugün 14. gün ve yarına daha çok var. Yemek ve su için tek bir kişi dışarı çıkamıyor. Eğer çıkarsa, Sırp keskin nişancıların bir mermisiyle aç kalacağımızdan eminiz. O yüzden iki kişi gidiyor, birinin dönmeyeceğini biliyoruz.

Bilmediğimiz şeyler de vardı elbette. Savaş kelimesi bize coğrafyalarca uzaktı bir zamanlar. Tanımadığımız insanlar ölüyordu ve biz bir günlük yaslar tutup sonra yine unutuyorduk. Öyle güzeldi ki Sarajevo, bu canım sokaklara kan lekesini yakıştıramazsınız. Yıllar sonra bile çıkmayacaktı bazı kan lekeleri oysa. Bazı tüfekler ateş alıyordu ancak sesinin yankısını bile duymayacaktık. Şimdi ıslık sesleri gibi sesler var her yerde.

Bir barış yürüyüşü yapılmıştı burada. Savaş olmasın, kimse vurulmasın isteyen insanlar vardı. O zamanlar hâlâ birbirimize olan kırgınlıkları ciddiye alabiliyorduk. Ne kadar güzelmiş insanların birbirine küsebilmesi. Her küslük, barışacağın zamana kadar dinlenmekti aslında. Sonrasının olacağından, yarın uyanacağımızdan emindik o zamanlar. Kocam Senat tüccardı. Güzel bir evimiz vardı. Böyle güzel evlerin sahiplerinin savaşla alakası olmaması gerekirdi. En azından biz öyle düşünüyorduk.

Sahip olduklarımızın üzerinden bir masumiyet inşa etmiştik kendimize. Ölen her kim varsa, içimizin bir tarafıyla masum olmadığını düşünmek istiyorduk. Çünkü ölüme uzak olduğumuza, sahip olduklarımıza rağmen suçlu olamayacağımıza, masumiyetimizin ölümle aramıza kurşun geçirmez bir zırh ördüğüne inanmaya ihtiyacımız vardı. Senat’ın göğsünden iki kurşun çıktığını duyduğumda anladım o zırhın kurşun geçirdiğini. Ölüsünü bile göremedim. Şehrimizi kuşatanlar sevinmesin diye, kalabalık olup da açık hedef olmayalım diye gece gömülüyordu ölülerimiz ve askerler gömüyordu ölmüş diğer askerleri.

Senat’a kızmıştım bir keresinde. Bu şehirden kaçalım demiştim Senat’a, kabul etmedi. Ayrılmakla tehdit ettim. Bizi böyle bir kadere mahkûm ettiği için delirmiştim. Oysa bizi bu kadere mahkûm eden o değildi. Savaşı çağıran, silahı ve o silahı patlatacak nefreti insanlara satanlardı. Buradan başka bir toprağımız olmadığını, buradan gittiğimiz her yerde yabancı olacağımızı, Sarajevo’nun bir gün yeniden barışa kavuşacağını anlatmıştı bana. O gece ayrı yataklarda yatmıştık. Şimdi toprağın altında yatıyor.

Biz kadınları ve çocukları bu bodruma aldıkları ilk gece rüyama girdi. İkimiz de 17 yaşındaydık, lisede dersten çıktıktan sonra birlikte çimlere uzanmış bulutları izliyorduk. O geceden bugüne 14 gün geçti ve hâlâ tek bir bulut görmedim. Türk bir şairin bir mısrası var aklımda, “gökyüzünü başımın üstünde görmek bana yasak.” Nasıl da sevmiştim kelimelerini ve nasıl da isterdim Onu asla anlamamış olmayı.

İlk günler kimse yemek almaya çıkmak istemiyordu. Kim ister ki ölmeyi? Hangi insan henüz yazılmamış bir hikâyeyle gömülmek ister toprağın altına? O zamanlar bu soruların cevabı “hiç kimse”’ydi. Şimdi anlıyorum bir insanın neden ölmek isteyeceğini. İlk günler herkes kendi hikâyesini anlatıp neden ölmemesi gerektiğini anlatıyordu bir nevi. Şimdi on dördüncü gün ve herkes hikâyesini daha da ölmeye layık kılarak anlatıyor birbirine. Nefes alsak da yaşanacak bir şey kalmadı geriye.

Ben ve Muradiye, iki eski arkadaş ikna ettik insanları gidebilmeye. Önceleri kimse kendine kıyamazken, şimdi kimse birbirine kıyamıyor. Ama Senat’ı anlatınca “olur” dediler. Eğer dönemezsem hakkımı helal etmem gerekirmiş herkese. Böye cümleler daha da yer ediyor insanın aklında ölmeye yakın zamanlarda. Ve cennete daha da inanmak istiyor insan kendi masumiyetine güvenerek.

Birlikte çıktığımız kapıdan birimiz dönecektik. Bunu bildiğimiz için birbirimize bakmayı reddediyorduk. Kalan gideni değil, giden kalanı kıskanacaktı oysa. Çünkü biz savaştaydık. Ancak yaşandıkça anlaşılan ve çoğu zaman hiç yaşamayanlar tarafından anlatılan insanlığın bu en korkunç tutkusunun tam içindeydik.

Muradiye’nin bir çocuğu vardı. Henüz 17 yaşındaydı. Kocasıyla birlikte cepheye gitmiş ve bir daha dönmemişti. Geri dönmemek sıradandı ve sıradan ölümlerin sıradan yaslarına hapsolmuştuk. Muradiye güzel türküler söylerdi. O güzelim sesi dururken bir ıslık sesiyle kesildi nefesi. Bahçede kalan birkaç tutam yeşilliği kendimize azık etmeye çalışırken gitti Muradiye. Ben kaldım. Kapıdan içeri girdim. Kimse Onu sormadı. Bahçede neredeyse başka yenilebilecek bir şey kalmadı. Bomba sesleri hiç kesilmezken iki gün sonra bir sessizlik oldu.

Savaşın bittiğini öğrendiğimizde açlıktan derimiz kuruyordu. Savaşın silahlar sustuğunda bittiğini düşünenler ancak savaşı yaşamayanlarmış. Savaş, en büyük hasarı ruhumuza vermiş, kendimize ördüğümüz masumiyet duvarını yıkmıştı. Kimseyi öldürmemiştik ama sanki hepimizin parmakları barut kokuyordu. Şehrin sokaklarında kalan kan lekeleri hepimizin insanlığına sıçramıştı. Hayatımız boyunca bize koca bir boşluk eşlik edecek ve özledikçe o boşluk ruhumuzu avucunun içinde ezecekti.