Hürriyet ve bağlı medya organlarının Demirören Grubu’na geçmesiyle 90’ların replikasını yaşamaya başladık. Haksızlık etmemek gerek, Hürriyet Doğan ailesinin elinde hiçbir zaman bugünün Sabah’ı olmamıştı. Ama gazete, grubun ticari çıkarları için sıklıkla kullanılıyordu. Ancak grubun Demirörenlerin eline geçmesiyle birlikte, 90’ların medya komedisi 2020’lerin vodviline dönüştü.

Herkes bilmeli ki süpermarket artık sadece tüp satıyor: Nimet Abla gitti Ertuğrul Abi geldi

Hamit ABAT

Demokratik ülkelerde medya sahipliği, özellikle yurttaşların gerçeklere ulaşabilmesi için hassas kurallarla sınırlanmış halde. Ancak bu coğrafyada yaşayanlar; ne kör-topal bir demokrasisi olan eski Türkiye’de ne de Erdoğan’ın “Yeni Türkiye”sinin ileri (!) demokrasisinde böyle bir lükse sahip olabildi. Her şeyi değiştirme iddiasındaki AKP, özellikle 90’lı yıllarda büyük sermayenin girdiği medya sektörünün sahiplik yapısına dokunmadı. Sahiplerini değiştirdi elbette ancak sistemi düzenlemek ya da dengelemek için kılını kıpırdatmadı, ömrünü uzatabilmek için dördüncü kuvveti, kendi propaganda aygıtına dönüştürmeyi tercih etti. Rabiaya bir 5. parmak eklendi: Tek medya!

AKP’den önce Türkiye’de medya sahipliği şöyle işliyordu: Belli bir sermaye birikimine, mali güce kavuşmuş işadamları, siyaset üzerinde bir güç kurarak zenginliklerini artırmak için medya kuruyor ya da satın alıyordu. Özetle niyetleri, özelleştirmelerin hız kazandığı yıllarda zenginliklerine zenginlik katmak, yeni sektörlere yelken açmaktı. 90’lı yılların en büyük medya tröstleri olan Aydın Doğan’ın Hürriyet, Dinç Bilgin’in Sabah grubunun, hatta Işık Tarikatı'nın Türkiye gazetesinin izlediği yol buydu. Gazeteleri, televizyonları üzerinden bankacılıktan madenciliğe kârlı birçok sektörden para kazanmaya başladılar. Medya patronu olarak sahip oldukları güçle hem siyaseti, hem de iş dünyasındaki rakipleri üzerinde ciddi bir baskı oluşturmaya başladılar. Medya sahipliğiyle kazandıkları prestij de cabasıydı. Açamadıkları kapı kalmamıştı.

‘ÜZEN” GAZETECİLER GİTTİ ‘ÜZÜLEN PATRONLAR’ GELDİ

2002’de AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte, medya devlerinin güçlerine yönelik bir sınırlama sinyali gelmedi değil. Ama tıpkı Erdoğan’ın bir dönem AB reformlarına sarılma gerekçesi gibi; burada niyet medya sahiplik yapısını demokratik bir çerçeveye oturtmak değil, karşısında kendisine muhalefet edebilecek güçleri ortadan kaldırmaktı. Sabah gazetesine Etibank sıkıntıları nedeniyle el kondu. TMSF üzerinden Erdoğan’ın bir dönem pek sevdiği Ahmet Çalık’a teslim edildi, böyle başlayan süreç Sabah Grubu'nun havuz medyasına dönüştürülmesine kadar vardı. Aydın Doğan da, önce vergi cezası, akabinde 28 Şubat ve kayıt kaçakçılığı iddiasıyla hapis tehdidiyle korkutuldu. Paraşütteki “yük”leri atarak, hükümeti “üzen” bazı gazeteci ve yazarlara yol vererek ya da hükümetin hazzetmediği yayın organlarını -bakınız Gözcü ve Radikal- kapatarak üzerindeki tehditlerden sıyrılacağını düşündü.

Ancak bu adımlar Türkiye’yi yöneten zihniyet için elbette yeterli olmayacaktı. Aydın Doğan’ın medya sahipliğinin asıl sebebi olan şeyi ortadan kaldırmak gerekiyordu: Medyasını satmak zorunda kalacağı güne kadar, Doğan Ailesi'ni ticari olarak sıkıştırmak. Özellikle 2010’lardan itibaren Doğan grubu hiçbir devlet ihalesini alamadı. Devletten ruhsat alınması gereken hiçbir yeni sektöre giremedi. Aksine, elindeki varlıkları bir bir elden çıkarmak zorunda kaldı. Ankara’nın bastırmasıyla Dış Bank’ı Belçikalılara, Petrol Ofisi’ni Avusturyalılara, Vatan-Milliyet gazetelerini tüpçülükle tanınan Demirören Grubu’na, Star TV’yi de Doğuş Grubu’na satmak zorunda kaldı.

İHALELERİN VERGİSİ OLARAK MEDYA SATIN ALDIRMAK

Yazının girişinde paylaştığım, işadamlarının medya sahibi olma gerekçeleri AKP ile birlikte değişti elbette. Ama artık işadamları, zengin olmak için medyaya girmiyordu. İktidar, devlet ihaleleri aracılığıyla Karun'a dönüştürdüğü işadamlarına, medya satın almaları talimatı veriyordu. El koyduğu, sattırmak zorunda bıraktığı gazete ve televizyonları; bugünlerde 5’li çete olarak anılan müteahhitlere aldırdı. Bu işadamlarının satın aldığı, damat Albayrak’ın ağabeyi tarafından yönetilen bu medyanın okunmak, tıklanmak gibi bir derdi yoktu. Ticari bir kaygıları olmadığı açıktı, halihazırda bizim vergilerimizle kazandıkları milyarlar yeterliydi. Bizim vergilerimizle, halkın yarısını terörist, hain ilan eden bir havuz medyası yaratıldı.

Ancak bu plan, bir süre sonra iktidarın hedeflerine hizmet etmemeye başladı. Propaganda bültenine dönüştürülen havuz medyasının seçmen önemli bir etkisi kalmadı. Hatta aksine, havuz medyasında yaratılan söylem izleyici ve okurları buradan uzaklaştırdığı gibi, muhalefet için itici güce dönüştü. Muhalefet etmese bile, kendi çerçevesinde dengeli davranmaya çalışan medya kurumlarını da ele geçirmek gerekiyordu. Göze kestirilen yer belliydi: Doğan Grubu. İnandırıcı ya da hâlâ kitleler üzerinde kısmen kredisi olan büyük bir kurumu ele geçirmek, iktidarın mesajlarını bu kisvenin arasına sıkıştırarak topluma zerk etme niyeti vardı. Aynı zamanda, her an kafayı kırıp bayrak açabilecek, hükümete karşı muhalefet edebilecek küçük bir ihtimali ortadan kaldırmak gerekiyordu.

herkes-bilmeli-ki-supermarket-artik-sadece-tup-satiyor-nimet-abla-gitti-ertugrul-abi-geldi-820063-1.


TÜRKİYE TÜRKLERİNDİR İHALELER PATRONUNDUR!

İşte bu noktada, kendisi “küçük” ama mide bulandıran yandaş yazarların “22 Mart devrimi” dedikleri, 2018’deki büyük satışa sahne oldu medya dünyası. Aydın Doğan, hem parasına hem de bireysel özgürlüğüne yönelik tehditlerden kurtulmak için sahibi olduğu medya grubunu Demirören Ailesi'ne sattı. Bu satışın hem fikren hem de mali olarak mimarı olan Saray, özellikle grubun amiral gemisi Hürriyet’i bir süre “gibi yaparak” yönetmeye çalıştı. Elbette gazete manşetlerden muhalefet etmiyordu ya da iktidarın canını sıkacak gelişmeleri büyütmüyordu. Grupta hâlâ çalışmak zorunda kalan iyi gazetecilerin haberleri, içeride de olsa, yazar altlarına sıkıştırılarak, çift sütunda nötr başlıkla okurlara iletiliyordu. Ama her zamanki gibi iktidara bu da yetmedi. Demirören Ailesi'nin elinde gazete, Sabah gazetesine çok yakın bir çizgiye geldi.

Ertuğrul Özkök’ün 20 yıllık yayın yönetmenliği döneminde tedavüle soktuğu “süpermarket” gazeteciliği tarihe karıştı. Özkök’ün kitle gazeteciliğini kavramsallaştığı şeyin temel prensibi şöyle işliyordu: “Bu gazete tıpkı bir süpermarket gibi. İçeriye girdiğinizde her türlü ürünü bulabiliyorsunuz. Bizim gazetemizde de her görüşten yazar, muhabir var. İçeri giren okur dilediğini okuyabiliyor.” Doğan Grubu’nun sahipliği altındayken bile aslında süreç tam söylediği gibi işlemiyordu. Taha Akyol ile Mehmet Yılmaz’a aynı gazetede sütun vermek, Hürriyet’i tarafsız kılmıyordu. Gazetenin elbette belli alanlarda net tavrı oluyordu, siyasi değişiklerle birlikte sıklıkla değişen. Ama bunlar dışındaki tek temel şey, Doğan Ailesi'nin çıkarlarını gözetmekti.

90’LAR SADECE ‘BEYAZ TOROS’LARDAN İBARET DEĞİL

Grubun faaliyet gösterdiği alanlarla ilgili haberler sadece ekonomi sayfalarını değil, gazetenin manşetlerini de süslüyordu. İnternet alışveriş sitesi mi kuruldu? Hepsiburada haberlerinden geçilmiyordu. Akaryakıt sektöründe Petrol Ofisi’nin canını sıkan bir şey mi vardı? Sıklıkla pompaya dair haberler okurduk. Ya da haksız bir vergi cezası mı verilmişti gruba? Gazetenin arasında “Mukteza nedir?” konulu özel ekler girdi evlerimize. Bu bir nevi 90’larda büyüyen holding medyasıyla öğrendiğimiz bir çaresizlikti. Ama beterin beterinin de olduğunu unutmamak gerekiyordu…

Hürriyet ve bağlı medya organlarının Demirören Grubu’na geçmesiyle 90’ların replikasını yaşamaya başladık. Haksızlık etmemek gerek, Hürriyet, Doğan Ailesi'nin elinde hiçbir zaman bugünün Sabah’ı olmamıştı. Ama gazete, grubun ticari çıkarları için sıklıkla kullanılıyordu. Ancak grubun Demirörenlerin eline geçmesiyle birlikte, 90’ların medya komedisi 2020’lerin vodviline dönüştü. Enerji sektöründeki Aydın Doğan’ın, dönemin Enerji Bakanı Cumhur Ersümer haberleri gibi; Demirörenlerin yatırım yaptıkları alanlara “bakan”lar haftada birkaç kez manşet olmaya başladı.

PİYANGODA “TÜP” PATLAYINCA, KÖŞELER DEVREYE GİRDİ

İktidarın kullanışlı figürlerini manşete çekmek yetmedi, artık “ürün yerleştirme” dönemi başladı. Milli Piyango’nun Demirören ailesi tarafından devralınmasıyla birlikte eskiden sadece yılbaşında verilen çekiliş sonuçları artık günlüğe döndü. Gazetenin tepesinden anonslanarak elbette… Bu da yetmedi, “Tüpçü”nün yönetimindeki Milli Piyango’ya yönelik güvensizlikler artınca, gazetenin üzerinden bir PR kampanyası başlatıldı. Önce “Yeminle kazanma oranlarımız değişmedi” minvalinde haberler çıktı. Demirören’in devralmasıyla piyangoda vergilerin “sıfırlandığı” ortaya çıkınca, “İki gözümüz önümüze aksın” manşetleri okuduk. Duygu sömürüsü yapmak için “Bilet almamazlık etmeyin, 30 bin aile bundan geçiniyor” haberleri okuduk. Ama tüm bunlar yetmedi, Ertuğrul Özkök iki gün arka arkaya tam sayfa yazdığı yazılarla Milli Piyango savunmasına girişti. Üstelik, nötr gazeteci pozlarıyla… Soru ve cevapları daha önceden hazırlanıp kendisine gönderildiği çok net olan bir röportajla. Haberlerin arasına patronların çıkarlarını sıkıştırmak artık yetmiyordu. Demirören’in piyango şirketinin yöneticisi, köşe yazısı üzerinden bilet satıyordu! Hem de “süpermarket gazeteciliği”nin isim babası Ertuğrul Özkök’ün dükkanında.