Haksızlığa uğramanın, hakkını arayamamanın ne olduğunu bile anlayamayanlar, insanlık onurunu nereden bilecek?

Herkes halinden memnun mu?

ALPER TURGUT

Eskişehir Film Festivali’nde “Genç Karl Marx “ adlı filmi seyrettikten sonra, aslında bu müthiş hayat kesiti, direkt belgesel yapılabilirmiş, kurmacaya filan hiç gerek yokmuş dedim. Çünkü salt diyalog ve repliklerle ilerleyen yapıt, salondaki gençleri ya uyuttu, ya da ilgisini dağıttı. Aslında yirmili yaşlarındaki bir adamın, acı çekenlerin çok, sefa sürenlerin de az olduğu acımasız dünyayı değiştirmeye karar vermesi ve bunu başarmak için harekete geçmesini görüp, ders alabilir, akranımız kadar olamasak da, gidişata dair memnuniyetsizliğimizi dile döksek, bir silkelensek, yakında bizlere kalacak dünyayı, değiştirmeyi, dönüştürmeyi, güzelleştirmeyi denesek diyebilirlerdi. Elbette böyle bir şey, akıllarından bile geçmedi, hayal edemediğin şeyi, gerçek kılmak zaten mümkün de değildi. Avrupa’da ülkeden ülkeye sürülmek, işsizlikle, yoksullukla, açlıkla mücadele etmek, birçok düşman edinmek, ancak yine de vazgeçmemek, dünyanın çarkına çomak sokmakla neticelendi, belki kırılamadı çark, lakin o günden sonra asla hiçbir şey eskisi gibi olmadı.

Elbette, daha yakın tarihte Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya ve daha nicesinin niyeti, cüreti, azmi, tarihe soldan çakılan çiviydi. Bir tarafta bedel ödeyenler, diğer tarafta ezenler, suskun çoğunluk, yani ezilenler, kâğıt üstünden bakarsak, kolay bir seçimle karşı karşıydılar, ancak onlar, kendileri için mücadele edenler yerine, azılı zenginlere meylettiler, kullanılıp kullanılıp atıldılar, örselenmeye, sömürülmeye doyamadılar. Ne yazık ki…

Çoğunluğun bu memnun hali, mücadele edenlerin, kavgayı seçenlerin, elini kolunu bağlamaya, onları yormaya ve en sonunda, aman be ne haliniz varsa görün dedirtmeye yol açacaksa, harbiden vay halimize… Kaç zamandır bunu düşünüyorum, birçok arkadaşımın korktuğunu, sustuğunu, bıktığını, başka mecralara yol aldığını, kirişi kırıp kaçtığını görüyorum. Gençlere iyi örnekler olalım derken, ezene, zulüm edene meze olmaya kadar varacaksa bu iş, hala ve ısrarla güzel bir dünya düşünü kuranlara ayıp etmekle kalmaz, uğrunda şimdiye dek yürüdüğün yola ve her şeyden öte, insanın kendisine olan saygısına da sövmüş olursunuz, yazık değil mi?

Birbirlerine hakaret edenleri geçtim, artık hedef gösterme safhasına tırmananlar var, giderek her şey daha saçma bir hal alıyor, işiyle, gücüyle tehdit edenler, bunu gözaltına alın diye emir verenler, bunu gayet doğallıkla ve kolaylıkla yapıyorlar, akıl alır gibi değil! Hani düzey yüzey olalı, dibe vuralı zaten çok oldu da, devletin cadı avına, bireylerin, hatta kendine vakti zamanında muhalif diyenlerin katılması, nasıl tarif edilir, inanın bilemedim.

İşinden gücünden edilmeyi, ekmeğinin elinden alınmasını, tüm kapıların yüzlerine kapanmasını, çok normalmiş gibi geçiştirmeyi önerenlere ve herkesin başına gelir diye ahkâm keserek, yahu bunca önemsemeyin diyenlere tanık oluyorum günlerdir. KHK ile işlerinden atılan Akademisyen Nuriye Gülmen ile Öğretmen Semih Özakça’nın “işimizi geri istiyoruz” talebiyle başlattığı ve altmışlı günlerini süren açlık grevlerini, anında küçümseyen, oh olsun diyen, eksilmiş olurlar ne güzel diye memnuniyetini sergileyen, bıcır bıcır akıl veren, ne çok insancık varmış, hayret kere hayret be! Bir insanı, hücre hücre eriyeceği, zorlu, acılı, ağrılı, sancılı bir yola sevk eden şeyin, maaş olduğunu sananların varlığı, hayattan soğutuyor beni, baştan belirteyim.

Haksızlığa uğramanın, hakkını arayamamanın ne olduğunu bile anlayamayanlar, insanlık onurunu nereden bilecek? İdrak edemiyorsan bari sus, kavrayamıyorsan bari vik vik etme, kolay mı, insanın bedenini adalet uğruna ortaya koyması, kolay mı, yaşamın kıyısında hakkını araması? Sen nereden bilirsin demeyin ha, külahları değişiriz. 1996 ve 2000 süresiz açlık grevlerini, gazeteci olarak takip eden, tanık olduklarımı da kitaplaştıran biriyim, en nihayetinde… Bir açlık grevcisi dahi, benim kadar açlık eylemcisi görmemiştir. Seksen kiloluk bir insanın, 30 kiloya düştüğünü izlemek, hayatımın en ağır yüküydü, hala hatırlarım, psikolojimi darmadağın eden günleri, daha dün gibi… Geri dönülmeyecek noktayı geçenleri, arazların kalanların, hayata tutunma çabasını, eriyen bedende direnen iri gözleri, unutmak mümkün mü?

Ölüme inat, yaşasın hayat! Benim en temel düsturum olsa dahi, seçim yapmış olana, karar almış olana, akıl vermeyi, hadsizlik olarak görürüm. Onlar ömürleriyle hak talep ederken, taleplerini haykırmak, bu adaletsizliğin son bulması için çabalamak dururken, yargılamak, hüküm vermek de neyin nesidir?

Evet, KHK’lar, birçok mazlum yarattığı, kurbanlar çoğalttı. OHAL, eskisi gibi değil, bakın hayatımızı yaşıyoruz diyenler ise bambaşka bir kafadalar. Kuzu gibi durursa insan, haliyle yıkımın da farkına varamaz, birçok insan, aç ve açıkta kaldı, ötekileştirildi, en kenara itildi, daha yargılanmadan kefen dikildi. Belki aylar, belki de yıllar sonra, her şey tersine döndüğünde, aaa siz masummuşsunuz, pardon ya mı diyeceksiniz? Bu kadar mı yüzsüz, bu kadar mı vicdansızsınız? Onlardan utanmayacak, kendinizden utanmayacak, bunları yedik, yerlerine geçtik semirdik diyerek, yeni avlar mı bulacaksınız? Hepimizin yaşayacağı süre neredeyse belli, yiyeceğimiz, içeceğimiz şey de belli, nedir bu açgözlülük, nedir bu bitmeyen ihtiras, nedir bu karabasan haliniz, harbiden nedir?

Karamsar bir yazı oldu, farkındayım, oysa umut saçmak istiyordum. Çünkü cellatlarına, bu zevki sana tattırmam diyerek, kendi sandalyesini tekmeleyenlerin, kurşuna dizilirken gülümseyenlerin, infaz edilmeden önce çevrede ağlaşanlara, yasımı tutmayın, örgütlenin diyenlerin, yani iyi ve güzel insanların gelip geçtiği bu zalimlerin dünyasında, yaşamak kadar, başkalarını yaşatmak için canından olanlar da var. Her yerde, her vakitte, her koşulda… Hani böyle bir yerde insanca yaşanmaz diye girdiği açlık grevinde, aldığı son nefesinde; “Bizim de günümüz gelecek!” diyen Bobby Sands gibi…