Kurbağalara bakmaktan geliyorum, dedi Yakup/ Bunu kendine üç kere söyledi/ Onlar ki kalabalıktılar, kurbağalar/ O kadar çoktular ki, doğrusu ben şaşırdım/ Ben, yani Yakup, her türlü çağrılmanın olağan şekli/ Daha hiç çağrılmadım/ Biri olsun “Yakup!” diye seslenmedi hiç/ “Yakup!” diye seslenmedi ki, dönüp arkama bakayım/ Ve içimden durgun ve çürük bir suyu düşüreyim/ Ceplerimdeki eskimiş kağıt parçalarını atayım/ Sonra bir güzel yıkanayım da…”

Edip Cansever’in “Çağrılmayan Yakup”undaki gibi durgun ve çürük bir suyla yoğrulmuştur insan… Aslında ziyadesiyle çirkindir. Kimse tarafından istediği gibi ve istediği kadar çağrılmamıştır. Bu onun varoluş sancısıdır. Her ne olursa olsun, kim olursa olsun, kendisine karşı duyduğu eksiklik hissi bir idam fermanı gibi boynunda asılıdır. Onun içi büyük, derin ve kara bir boşluktur. Her şeyi yutan ve kaybeden; her güzelliği hiç eden bir makine gibidir. Ölümü kalıcı, sevgiyi geçici kılan; bir’den az ama kendinden fazla olandır.

Güzellik dediği her ne varsa kendi açlığından yaratmıştır. Sevmeyi açlıktan, sevilmeyi açlıktan, tokluğu bile açlıktan yaratmıştır. Aklı açlığını dizginlemek, açlığına isim vermekle meşguldür. Medeniyet dedikleri şey açlığın hunharca bastırılmasıdır. Ömür denilen şey doyurulamayan bir açlığın doğumla ölüm arasında dur durak bilmeyen istekleridir. Tarih, insanın açlığının azgın çocuğudur.

İnsan koca bir açlık, içi dolmayan derin bir boşluktur.

Terk edişi boşluk, kavuşması açlık; doyması boşluk, sevmesi açlık. Ve açlığını doyuramayan hayat, Çağrılmayan Yakup’un ceplerinde taşıdığı eskimiş kağıt parçaları gibidir. Her an harcanabilir ve her an yok edilmeye değerdir. Ondandır bir insanın bir insanın canını rahatça alışı, bir fok yavrusunun kafasına demir çengellerle kolayca vuruşu, bir çocuğun organlarını alıp bedenin geri kalanını boş bir çuval gibi bir köşeye atışı…

Kendi sancısıyla yüzleşmedikçe bu kötülük sürüp gidecektir. O, hayran olduğu bir resme bakarken, o resmi yapan ressamın meziyetinin yaptığı resim değil, içinden atamadığı sancısı olduğunu bilmeden o resimleri sevmeye devam ettikçe kaybedecektir. Acılara, sancılara, coşkulara, kederlere ve sevinçlere değil, onlardan damıtılıp üzerine maske olarak takılan güzelliklere gönül verdikçe eksilmeye devam edecektir.

“Büyük aşklar” heyecanlandırır onu. Oysa en büyük aşkın, bir âşığın terk edildiği anda ortaya çıktığını bilemeyecektir.

Çünkü onun aklında ve yüreğinde çelik plastiğe, ten maskeye yenik düşmüştür.

Ve güzel olanın değil, güzel olana giderken çekilen sancının, huzurun, acının, sevincin övgüye değer olduğunu hissedemeyendir. Bilmemektedir: Sancısı elinden alınan, içindeki durgun ve çürük suyla hemhal olarak ölüp gidecektir.

Ben, yani Yakup/ Kurbağalara bakmaktan geliyorum işte/ Açgözlü, mor kurbağalara/ Akşama doğru bir dilim ekmek yiyeceğim belki/ Bir bardak da süt içeceğim. Sonra/ Bir güzel uyumak istiyorum, bütün gün çok yoruldum/ Ben/ Gözlükten, taş hamurdan ve çarşaflardan/ Ve biraz hiç çağrılmamaktan yapılmış/ Yakup/ Uyumak istiyorum/ Ve sabah bunları bir bir kendime anlatacağım/ Yakup’un gene bir yokluğa doğru büyüyen içinde…

İnsan kendisine ne denilirse, nasıl seslenilirse, neyle imtihan edilirse edilsin Yakup’un içinde büyüyen boşluğudur. Herkes mi böyledir? Herkes böyledir. Herkes önce çirkindir, sonra belki -kendi açlığına ses vere vere- güzelleşecektir. Güzelleştikçe azalacak ve içindeki boşluk büyüyecektir.

Medeniyet denilen tam da
budur.