Sanat yaşamı eski canlılığına kavuşuyor. Bu etkinliklerin tadını çıkartabilmek her babayiğidin harcı değil. Sanata ulaşım, yalnızca toplumun varlıklı kesimine mahsus bir ayrıcalık olmamalı.

Herkes sanata ulaşabilmeli

Bir başkadır İstanbul geceleri. Her yaştan insana hitap edecek etkinliklerle doludur. Kışları da öyledir ama yaz geceleri bir başkadır. Kentin çeşitli köşeleri farklı türlerde müzik etkinliklerine sahne olur. Şu günlerde, sanat yaşamı iki yıl öncesi günleri aratmıyor. Pandemide büyük zarar gören müzik sektörüne ilaç gibi gelen bu konserler içinde organizasyon firmalarının düzenlediklerinin fiyatları cep yakacak boyutta. Kentin varlıklı ailelerinin çocukları için bir engel oluşturmayan bilet fiyatları, yoksul aileler için ciddi bir sorun. Söz konusu etkinliklerin çoğunluğu, popüler müzik alanının eski ve yeni ünlülerinin konserleri. Ama, İKSV’nin Müzik ve Caz Festivalleri’ndeki konserler için de aynı sorun geçerli. Sanata ulaşım, yalnızca toplumun varlıklı kesimine mahsus bir ayrıcalık olmamalı.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi, bu soruna bir ölçüde çözüm getirebilmek adına İKSV ile bir anlaşma yapmış. Konserlerde dolmayan koltuklar son anda gençlere veriliyor. Önceden başvurusunu yapıp, sırada beklemeyi göze alan 24 yaş altı gençler yararlanabiliyor bu hizmetten. Sanat kültürünün yaygınlaşması adına çok değerli bir karar bu. İzmir Büyükşehir Belediyesi de, benzer bir uygulamayı pandemiden zarar gören tiyatrolara ve kentin tek sanat sinemasına destek vermek için yapmış, mekânlardan bilet satın alıp, ücretsiz olarak dağıtmıştı. Ankara’da neler oluyor bilmiyorum. Belki, benzer uygulamalar vardır da duyurmakta sıkıntı yaşıyorlardır.

İstanbul ve İzmir’de Büyükşehirlerin bir başka hizmeti de, meydanlarda, sahillerde ücretsiz mini-konserler düzenlemek. Kuşkusuz, bu etkinlikler yerel sanatçıları desteklemek açısından değerli, ama sanatı kentlinin ayağına getirmek yerine, kentliyi sanat etkinliklerine katılmaya teşvik etmek daha iyi olmaz mı? Kendi başına bir sanat dalı olan ‘Sokak Sanatı’nı dışarda tutarsak, sokakta ücretsiz sanat etkinlikleri sunmanın, kentlinin sanatla buluşması adına bir katma değer sağlayacağını düşünmüyorum. Tam tersine, sanata ulaşmanın bir bedeli olduğu bilincinin yerleşmesi gerekir insanlarda.

ARACANIZ YOKSA DÖNEMİYORSUNUZ

Bu noktada, tarihte kalan sosyalist rejimlerin bir uygulamasını anımsatmakta yarar var. İşyerlerinin çalışanlarına dağıttıkları sanat kuponları, dilediğiniz tiyatro oyununu ya da konseri izlemenizi sağlardı. Sanırım, kapitalizmin bütün kalelerini zapt ettiği bu ülkelerde gündemde değil bu uygulamalar. Parasını veren düdüğü çalabiliyor artık. Sanatı zenginlere hitap eden bir üstyapı kurumu olarak gören, yoksullara da ara sıra ücretsiz ‘halk konserleri’ sunmakla yetinen bir ülkede yaşamak hiçbir sanatçıyı tatmin etmez. Seyirci de (elbette, nitelik kaygısı olan seyirci) en nitelikli işlerin, makul bir bedel karşılığı ulaşılabildiği bir ülkede yaşamayı ister.

Ulaşmaktan söz ettik madem, yerel yönetimlerden bir şikâyeti dile getirmek istiyorum. İstanbul’da birkaç gün içinde birkaç sanat etkinliğine ulaşma şansım oldu. Özellikle, kent merkezinin uzağındaki mekânlardan çıkışta onlarca kişiyle birlikte yaşadığımız kabustan söz ediyorum. ENKA, UNİQ ve Sabancı Müzesi gibi sanat mekânlarına ne zaman gitsem aynı şeyi yaşıyorum. Özel aracınız yoksa, etkinlik çıkışı bir toplu ulaşım aracına ulaşmanız mümkün değil. Bırakın toplu ulaşımı tek bir minibüs, hatta tek bir taksi bulamıyorsunuz. Metro, gece saat 12 olmadan kapanıyor (Maslak’da 11.40’da metro kapandı diyen bir görevli ile karşılaşıyorsunuz; 12 değil miydi diye sorduğunuzda ‘12 trenin son istasyona varış saati’ cevabını alıyorsunuz). Hiç olmazsa, 1’e kadar -seyreltilerek de olsa- uzatılamaz mı seferler? Tabi, yalnızca hafta sonuna mahsus olmamalı; sanat etkinlikleri yalnızca cuma-cumartesi günleri mi yapılıyor? Aynı şey, İzmir’de Bostanlı’daki bir oyundan çıkıp, Urla’ya ulaşmaya çalıştığınızda başınıza geliyor. Ulaşım planlamasını yapan birimlerin yöneticilerinin sanat etkinliklerini izleme alışkanlıkları yok herhalde diyor, konuyu sanata duyarlı başkanlara havale ediyorum.

Ücretsiz sokak konserlerinin sanatı izleme alışkanlığı yaratmakta etkisi olacağını sanmıyorum. Ama, parklarda, açık hava sahnelerinde verilen konserlerin çok yararlı olduğu bir gerçek. İKSV Müzik Festivali’nin ve İBB Cemal Reşit Rey (CRR) Senfoni Orkestrası’nın “Dansa Davet” başlığı altında meydanlarda, parklarda düzenlediği Senfonik Yaz Konserleri güzel bir örnek. Kadıköy Belediyesi’nin film gösterileri ve konserden oluşan Kalamış Yaz Festivali; 25 Eylül’e kadar devam eden Tiyatro Kooperatifi Yaz Buluşmaları; açık havada film, müzik ve dans etkinlikleri içeren (12 Eylül’e kadar devam edecek) Beykoz Kundura Bir Yaz Gecesi Festivali, İstanbul’un sanat yaşamına katkı sunan etkinlikler. Elbette, tümüne yetişemezdim birkaç günlük İstanbul ziyaretimde. Yalnızca, izleyebildiğim üç etkinlikten söz edeceğim.

TÜRLER ARASI BULUŞMALAR

İstanbul’un ‘sanatın başkenti’ kimliğini perçinleyen, tiyatro ile sinemayı, edebiyatla tiyatroyu, müzikle doğayı buluşturan etkinlikler izledim hafta içinde. Önceliği, ülkemizin en köklü festivali İKSV’nin İstanbul Müzik Festivali’ne vermeliyim. Tekfen Filarmoni Orkestrası’nın konseri ile açılan Festivalin ikinci gününde Fazıl Say’ın, Friedemann Eichhorn ve CasalQuartet ile birlikte verdiği “Doğa’nın Sesi” konseri etkileyiciydi. Konserin son parçası, Say’ın Atatürk anısına yazdığı, Atatürk’ün doğa sevgisini yansıtan “Yürüyen Köşk” eseri idi. Sanırım, biletlerin büyük çoğunluğu satılmış, İBB’nin gençlere hediyesi koltuklardan çok az kalmıştı. Belki önümüzdeki konserlerde şansları daha açık olur… “İlhan Usmanbaş 100 Yaşında”, Ufuk & Bahar Dördüncü’nün “Sahnede İsyan”, Şirin Pancaroğlu& Bora Uymaz Ensemble’ın “Sarı Çiçek” ve Borusan Filarmoni ile Martynas Levickis’in “Piazzola 100 Yaşında” konserlerini özellikle önermek isterim.

Haftanın ilk günü ENKA Açıkhava’da izlediğim “Genco”, tiyatroseverler için bir şölen niteliğindeydi. Selçuk Metin’in yönettiği belgeselin senaryosunu Genco Erkal bizzat üstlenmiş. Sözcüklere eşlik eden görüntülerle oluşturulmuş bir otobiyografi bu. Kendi payıma, belgeselde Genco’nun kişisel yaşamına ilişkin bölümleri kendisinden (anne ve babası ile ilişkileri, darbe sonrası oyunlarını sergilediği Baro salonunun basılacağını duyduğunda tiyatroya koşup koltukların arkasındaki sloganları silmesi gibi anektodlar muhteşemdi) tiyatro serüveninin farklı etaplarını dostlarından, eleştirmenlerden dinlemeyi yeğlerdim. Ama, Genco’nun tercihi bu yönde olmuş. Belgeselde, tiyatro tarihimize ilişkin önemli bilgiler, dokümanlar yer alıyor. Kent Oyuncuları’ndan Gülriz Sururi-Engin Cezzar’a, oradan AST’a ve Dostlar Tiyatrosu’na uzanan bu serüveni İzlerken heyecanlanmayacak bir tiyatrocu düşünemiyorum.

Tiyatro ile sinemayı aynı karede buluşturan bu etkinlikten, edebiyatla tiyatroyu buluşturan bir başkasına gidelim. Sinemamızın başarılı oyuncusu Meltem Cumbul’u filmlerinin yanı sıra televizyon dizilerinden ve talkshow’lardan tanır seyircilerin çoğunluğu. Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Drama Ana Sanat Dalı mezunu olan, bu okulda öğretim görevlisi olarak çalışan, Eric Morris sistemini ülkemizde tanıtmaya çabalayan Cumbul’u, D-22’de “Bent”, Toy İstanbul’da “Blu” oyunlarının yönetmeni olarak beğeni ile izlemiştim. İkisi de cesur çalışmalardı. Bu kez daha daha da cesur bir işe girişmiş, yazar Bülent Yıldız ile birlikte… Sabancı Müzesi bahçesinde, Emre Koyuncuoğlu’nun sanat yönetmenliğinde gerçekleşen “Müzede Sahne” etkinliği kapsamında izlediğim ”Sevgili Milena”, Kafka’nın Milena’ya yazdığı mektupların yanı sıra, Milena’nın ağzından yazılmış mektuplardan ve arka planda görsel bir yerleştirmeden oluşan bir fiziksel tiyatro örneği… Tüm bu etkinliklere emek veren sanatçıları ve destek veren kuruluşları kutlayarak bitirelim.