Su kıtlığı, su sıkıntısı, su fakirliği, su krizi... Her biri iklim krizinin deneyimlemekte olduğumuz ve derinleşerek, suya erişim başta olmak üzere suyun kullanımına dair beklenen bir dizi sorunu ortaya koyan adlandırmalar. Geçtiğimiz hafta su konusu farklı boyutları, aktörleri ve sonuçlarıyla gündeme otururken birçok önemli veri, karar ve uygulamayı da tartışmaya açtı. Bu tartışmalardan çıkan sonuç ise sorunun kaynağının suyun neoliberal yönetimi olduğu.

***

Dolayısıyla, Türkiye’nin su fakiri olma yolundaki hızla ilerleyişi, Doğal Hayatı Koruma Vakfı gibi çeşitli demokratik kitle örgütlerinin önerdiği gibi bir yönetim değişimi gerektiriyorsa, nasıl bir değişimden söz edebileceğimizi de buradan düşünmek gerekiyor. Nitekim son 20 yılda kişi başına düşen su miktarındaki yüzde 18’lik azalma da, dönemin neoliberal politikaları hesaba katılarak düşünüldüğünde anlam kazanıyor. Dahası tüm bunlar değişimin Türkiye’nin son 20 yılına damga vuran doğa yağmasına dayalı AKP politikalarını hedeflemesi gerektiği anlamını taşıyor.

***

Sonuçta dünya su günü nedeniyle bu veriler paylaşılırken aynı anda Katar hükümeti ile “Su Yönetimi Alanında İşbirliği Mutabakat Zaptı” imzalayan da, bu sırada sularımıza en büyük tehdidini oluşturan Kanal İstanbul’un Çevre Düzeni Planları’nı değiştirerek kentleşmeyi artırıcı bir neoliberal talancı yaklaşımı sürdürenler de aynı kişiler. Dolayısıyla, çözüm için “kentsel, sanayi ve tarımsal büyüme planları” olarak önümüze sunulan politikaları tümüyle reddetmek yerine bunlara yönelik düzenleyici öneriler geliştirirseniz sorunu ıskalamış olursunuz. Halbuki çözüm önerilerine, örneğin tarım üzerinden baktığımızda ekolojik üretime göre çok daha fazla suya ihtiyaç duyan endüstriyel üretimin büyümeye doymayan organizasyonunu reddederek başlamak gerekiyor. Demem o ki su kıtlığı tehdidinin sebebi herkese ve her şeye rağmen süren bu savurganlıktır.

***

Ya Kanal Ya İstanbul Koordinasyonu da geçtiğimiz cumartesi günü yaptıkları açıklamada bu haklı soruya işaret ediyor. Diyor ki, “Halkın ezici bir çoğunluğunun bu ‘projeyi’ istemediği açık” ama AKP Başkanı demiş ki “Onlara rağmen Kanal İstanbul’u da yapacağız, inadına yapacağız.”

Kime ve neye rağmen? Bu itiraz şu soruları da doğuruyor: Kimin yararına, ne gerekçeyle? Binlerce itiraz dilekçesine, onlarca davaya, bilimsel veri ve ibarelere rağmen; müthiş bir öngörüsüzlük ve gözü kararmışlıkla sermayenin ‘bekası’ için mi? Hem de hazine garantisi verilerek. Hem de bugüne kadar herkese ve her şeye rağmen yaptıkları mega projelerin hepsi halka bir yük olmayı sürdürürken. Hem de halk vergi yükü altında boğulmuş, karnını bile doyuramaz, bebeğine bez alamaz hale gelmişken. Hem de İBB verilerine göre ‘23 milyon metrekare orman alanını, 45 kilometre uzunluğunda ve ortalama 150 metre genişliğinde 136 milyon metrekarelik verimli tarım ve orman alanı’ yok etme pahasına. Fakat İstanbul’un mega projelerinizi kaldıracak gücü kalmadı. İstemiyoruz da. İstanbul suyunu, ormanını, tarım arazilerini, yeşil alanlarını, parklarını, ekosistemini korumak istiyor. İstanbul gibi tüm Türkiye de şirketlerin, tarım arazilerini ve ormanlarını metalaştırmasını; emlak spekülasyonuna açılmasını, toprakların, kaynakların, nehirlerin işgal edilmesini istemiyor.

***

Kentlerin yönetimi gibi suyun yönetiminin de, söz konusu ‘zapt’ta olduğu gibi halkı bir müşteriye indirgeyen şirketlere devredilmesi bir demokrasi sorunudur. Bizler müşteri değiliz, bu müştereklerin ortak üreticileriyiz. Sermayenin otoriter, faydasız ve yıkıcı projelerine karşı ortak varlıklar üzerinde toplumsal kontrolü inşa etmek gerçek demokratik süreçlerle mümkün kılınabilir. Gerçek bir demokratik süreç tüm bu varlıkların yeniden kamulaştırılmasına; ve böylece korunup, yeniden üretimi ve devamlılığı da garanti altına alınmasına bağlıdır.