Google Play Store
App Store

Öykülerinde mekânı, zamanı ve karakterleri kaygan bir zeminde buluşturan, boşlukla dolu bir anlatıyı okura sunarken ona aynı zamanda bir yer açan Feyza Akbulut Öner’in yeni öykü kitabı 'Herkesin Doğusu' SRC Kitap etiketiyle okuyucularıyla buluştu.

Herkesin doğusu başka

Esra GELBAL

Akbulut Öner 'Herkesin Doğusu'nda bireysel ve toplumsal hafızayı, kadınlık hâllerini, zamanı ve aidiyeti sorguluyor.

Akbulut Öner’in yazma sürecini, hikâyeye yaklaşımını ve dünyayı nasıl gördüğünü konuştuk.

-Hikâyelerinizde mekân, çoğu zaman karakterlerin ruh hâline eşlik eden bir öğe olarak karşımıza çıkıyor. Doğu ve Batı, içerisi ve dışarısı, varlık ve yokluk arasında sıkışmış bu mekânları inşa ederken nelere dikkat ediyorsunuz? Sizin için “yer” hikâyenin ne kadar ayrılmaz bir parçası?

Var olma, varlık, vücut, âlem ve dünya anlamlarına gelen Arapça bir sözcük kevn. Mekân da buradan türetilmiş. Anlamsal olarak soyut ve karmaşık bir yapı diyebiliriz. Belirlenmiş ortak bir tanımı ya da sınırları yok çünkü. Ucu bucağı olmayan bir büyüklük, boşluk ve hiçlik aslında belirtilen. Bedenimiz de bir mekân öte yandan ve varlık göstergemiz.  Buralardan yaklaşınca mekânlar, kendiliğinden, atmosferi oluşturmamda önemli hale geliyor. Karakterin coğrafi, sosyal, kültürel, psikolojik vb. konumlarının belirteci olması da bunda etken elbette. Ve hepimiz sözcüklerin bir uzama ihtiyaç duyduğunu biliyoruz. Neredelik önemli bir husus.  Vurguladığınız gibi öykülerimde karakterin ruh halinin ayrılmaz bir parçası mekân. Bir arka plandan ziyade karakterlerin iç dünyalarını, çatışmalarını ve varoluşlarını yansıtan bir öğe. İç - dış karşıtlığına vurgum hep var açıkçası. Keza varlık - yokluk yine temel meselelerimden biri. Doğu ve Batı ise tamamen durduğumuz yere göre yer değiştiren öğeler biliyorsunuz. Öykülerimi inşa ederken öncelikle kabullerimize bakıyorum. Adem’in oğulları ya da Havva’nın kızları olarak kâh küflendirdiğimiz kâh dallanıp budaklandırdığımız kabullerden başlıyorum ya da değiştirdiğimiz kabullerden. Kaçındığımız yahut kaçınamadığımız bütün kabuller öykülerimin çıkış noktası diyebilirim. Benzer bir yerden karakterimin ruh halini, merkez ve çevre açısını mekânla ilişkilendirmeyi seçiyorum. Mekân, öykümü sırtlanmasa da omuz verip taşıyanlarındandır diyebilirim.

-Herkesin Doğusu bir yön, bir aidiyet, belki de bir çıkışsızlık hissi veriyor. Doğu, sadece bir coğrafya mı, yoksa insanın içinde taşıdığı bir yön mü?  

Doğu insanın içinde taşıdığı bir yön. Birçoğumuz için böyle olduğunu varsayıyorum. Bulunduğumuz yere göre değişebilen kabuller bunlar. Pusula yönleri konumuza göre belirtir. Bu sebeple herkesin Doğusu bir değil. Ana yönleri de ara yönleri de belirleyen ve uzaydaki varlığımızı esas şekillendiren şey zihniyetimiz. Haritalandırmadaki yönünüzle zihninizdeki yönler tutuyorsa ne âlâ. Kimine göre Doğuda ölüm yok hatta hiç olmadı değil mi? Kimin Doğusunda yaşanır kiminkinde ölünür biliyor muyuz? Çıkışsızlık hissi buradan başlıyor bana göre. Tarihin adı çıkmış oysa coğrafyanın da aşağı kalır yanı yok. Biraderler kızmasın, diye taklalar atıyoruz. Aidiyet, bir yerden çok yüklediğimiz anlamlara bağlı şekil alıyor. Kavramlar üzerinden aitlik geliştirebiliyorum. Bu da yersizlik hissini beraberinde getiriyor. Doğu sadece bir coğrafyadır belki de. Sabitlenmek ve bir mesele olmaktan çıkarabilmek için iyi bir kaçış yolu olabilir bu.

-Bazı hikâyelerinizde zaman döngüsel bir şekilde ilerliyor, kimi zaman da paramparça olup bir nevi yerçekimsiz bir hâl alıyor. Zamana karşı olan bu yaklaşımınız nasıl şekillendi? 

Takvimler şekillendirdi sanırım. Uydurduğumuz çoğu şey gibi ne yazık ki zaman da yalnız biraderlerin işine gelen görünmez bir pranga. Yapaylığa hizmet eden bir zaman algısının içinde debeleniyoruz. Döngüsellik kaçınılmaz olarak ortaya çıkıyor. Yerçekimi ispatlanalı epey oldu ama ben ruh çekiminin ispatlanmasını beklediğimden parçalıyorum zamanı. Çağımızda zaman birimi paraya dönüştü. Hepimiz hayatta kalabilmenin tek şartının nefes almak olmadığını zamanla öğrendik. Görünenden çok görünmeyene odaklıyım. Temasta olduğum kişilerle (hayvanlar ve bitkiler dâhil) aynı zamanda aynı mekânda mıyız sorgularım sık sık. Kedim Mistik ile salondaki aşk merdiveniyle tutarlı mı nerede, ne zamanda olduğumuz düşünürüm. Karşımdaki insan gözlerimin içinde mi gerçekten, aklımdan geçiririm. Yoksa o zihninde başka bir yerde başka biriyle başka bir şeyin derdinde mi anlamaya çalışırım. Herkesin Doğusu gibi herkesin zamanı da başka. Çocukluğuma ait bir tespitin hem yaşamımı hem de yazmaya dair çıkış noktamı belirlediğini düşünmüşümdür. Çoktan başka bir zamana geçen babam ve onun öğretmen olan amcasının oğludur bu anının kahramanları. Ben orada yokmuşum gibi koltuklarındalar. Konuşuyorlar. Bu çocuk siyah-beyaz televizyonu renkli görmeye çalışıyor ya üzülüyorum. Çok acı çeker hayatta, diyor Ali amca babama. Haklı kısmen. Çünkü ben annemin renkli tülbentlerini, yemenilerini kucağıma doldurup sırayla yüzüme örterek renklendiriyorum çizgi filmleri o sırada. Kıkır kıkır gülüyorum izledikçe, renklendikçe. Bir modern dünya açmazı aslında bu tespit. Hem oradaydım hem de değildim. Gözlerim renklendirdiğim televizyonda, bedenim kıkırdadığı düzlemde, kulaklarımsa onlardaydı. Parçalanmıştım ama bütündüm. Zamana, mekâna ve imkânlara karşı bakışım parçalanabilir ama değiştirilebilir de oldukları yönünde neyse ki.

-Öykülerinizde anlatıcı çoğu zaman içsel bir fısıltı gibi duyuluyor. Bazen kendiyle konuşan, bazen sessizliği çoğaltan bir ses. Hikâyeleri yazarken bu sesi nasıl duyumsuyorsunuz? Önce mi beliriyor, yoksa hikâye geliştikçe mi netleşiyor?

Bunun tutarlı bir izleği yok açıkçası. Bazen önce karakterin kendisi çıkageliyor. Epey bir zaman flu olarak dolaşıyor etrafımda. O süre genelde sessiz geçiyor. Sezgisel bir iletişime dayanıyor. Netleşmeye başladıkça sesini duyuyorum, sözcüklerine dikkat ediyorum. Derdini anlamaya çalışıyorum. Benden ne istediğini bulmaya çalışıyorum. Şu koca boşlukta biri sesini duysun istiyor ya insan, işte ben o sesi duyan kişiden başkası değilim o durumda. Bazen de konuşkan bir ses bölük pörçük durmadan anlatıyor kendini. Denize daldığınızda suyun üzerindekilerin sesi gibi işitiyorum çoğunlukla. Kafamı sudan çıkarmama bakıyor öyle olduğunda da. Kahramanın sesi öncesinde beliriyor, hikâye geliştikçe diğerlerinin sesleri ekleniyor.

-Kitabınızda birçok hayvan imgesine rastlıyoruz: Kuşlar, kediler, balıklar… Hayvanlar, insanın aynası mı, yoksa insanın içindeki vahşetin, masumiyetin ya da yalnızlığın birer yansıması mı?

Hayvanlar ve bitkiler atalarımız. Onlara her anlamda saygı duyuyorum. Bir geyikten ormanı öğrenebilmeyi çok isterdim. Çocukluğumda kedi, köpek, horoz, tavşan, tavuk, ördek, kuş, koyun arkadaşlık etme şansı bulduğum kişiler. Şahsiyetleri var. Kuş, köpek, balık ve kedi ile sonrasında da birlikte yaşamayı deneyimledim. Doğayla temasım yakın hâlâ. Kıymet veririm. Ama bizim vahşetimize bizden başka ayna yok sanki. İnsana ayna yine insan zannımca. Hayvanlar ve bitkiler muteber canlılar. Kendimizden koruyabilsek keşke onları. Güzelim ağaçları, ormanları kül etmesek, bağrında besleyip büyüttüğü canlıları yok etmesek. Suları kirletmesek. Sığamadık kocattığımız, yaşlandırdığımız dünyaya. Bu dünyada börtü böcekle, dağ taşla, insanla var olmaktan, haddimizi bilerek yaşamaktan yanayım.

Kitabınızda kadınların iç dünyalarına dair derin ve katmanlı çözümlemeler var. Kadın anlatıları üzerine kurduğunuz bu yapı bilinçli bir tercih mi, yoksa kendiliğinden gelişen bir yönelim mi?

Bu kesinlikle bilinçli bir tercih. Gönül isterdi ki bu ayrıma gerek kalmadan “insan”a dair olsun bütün sözümüz. Dünya bir büyük beşikse sallayanı gene kadınlar içinde salınanı da yine erkekler herhalde. Yalnız bize has değil bu durum DÜZEN BÖYLE. Asırlardır çözülememiş bir meseleyi burada üç beş cümleye sığdırmanın olanağı yok. Ne var ki yazmaktan da geri duracak değilim. Kadınlık kavramının ve kadının yaşam alanının genişlemesini beklerken alan daraltmalara maruz kaldıkça aksini düşünemiyorum. Dilim döndüğü, dünyadaki konukluğum sürdüğünce kadınlar, çocuklar, hayvanlar ve bitkiler öncelikli meselem olmaya devam edecek gibi görünüyor gidişata bakılır ve benim kendimi konumladığım yer kaybolmazsa.

-Öykülerinizde okuyucu bir boşluğun içinde kayboluyor ama bir yandan da hikâyeye ait hissetmeye devam ediyor. Bu dengeyi nasıl kuruyorsunuz? Bir öykünün sınırlarını çizerken, neyi anlatıp neyi dışarıda bırakacağınıza nasıl karar veriyorsunuz?

Hayat böyle bir yer. Bu boşluğun içinde ve boşluğa aitiz. Yaşamak yanımız ağır basıyor ama. Bunu hissettirmek, hatırlatmak istiyorum. Çakılı değiliz buraya. Öykünün sınırını ıssız bir yerde durup okura bırakmayı seçiyorum. Sahipsiz bir yerin neresinde kalacağına okur karar versin istiyorum. Cesareti olan ötesine geçsin olmayan da hiç olmazsa oraya kadar gelsin benimle diyorum. Bazen kahraman dişli çıkıp öte tarafa çekiştiriyor. Mecbur geçiyoruz. Hikâye varsa ait olanı da vardır mutlaka. Öykülerken dengeyi içimdeki sesin ya da kahramanın dediklerini duymakla kurabiliyorum. Matematiksel bir yazımım yok. Sezgisel kararlar veriyorum. Eğitimim ve mesleğim gereği yazmanın coğrafyasında haritacıyım belki. Yine de ruhum tekinsiz yazmaktan yana. Kahramanın hikâyesinin peşine düşmeyi seviyorum. Nereye varacağımızı görmenin heyecanını taşıyorum. Yeni yerlere gözüm kapalı giriyorum. Bildiğim yerlerde de daha önce neyi göremedim neyi duyamadım diye bakıyorum. Ortada hikâye varsa yazar şoförlük yapıyor bir yere kadar ama illaki bir yerinde yol bitiyor ve inip toza çamura bata çıka yürümek gerekiyor. Yara bere almadan, canın yanmadan bir hikâyeden geçilmiyor. Neyi anlatıp neyi dışarıda bırakacağıma öykünün içindeyken karar vermiyorum. Bu ancak öyküden çıkıp biraz uzağına gidince mümkün oluyor. Aramıza mesafe girdiğinde seçmek kolaylaşıyor. Okura pay bırakmaktan, alan açmaktan yanayım. Her şeyi ben söyleyeyim derdinde değilim. Her hikâye ancak okuyucusuyla buluştuğunda sınırlarını genişletir. Bir kez yazıldıktan sonra bütün hikâyeler okurunundur. Neruda’ya ve postacısına selam olsun.