“Bugün 30’larında olan bu 68 Kuşağı ya yıkımlardan geçmiştir ya da henüz onun içindedir, ama hala evinden 2000 ışık yılı uzaktadır”

“Bugün 30’larında olan bu 68 Kuşağı ya yıkımlardan geçmiştir ya da henüz onun içindedir, ama hala evinden 2000 ışık yılı uzaktadır” 

“Tabii Ozu’da aileler var… Ve onları gerçekten kabul edebiliyorum, davranış biçimlerini her zaman anlıyorum. Bunlar çok geleneksel aileler. Ancak Ozu filmlerinde hiçbir zaman bu ailelerin yapısının baskıcı ya da ezici olduğu gibi bir duyguya kapılmadım. Buna karşılık Amerikan ailelerini hiç sevmiyorum. Hem Amerikan filmlerindeki, hem de gerçek yaşamdaki aileleri. Buna karşılık Japon aileleri, onlarla hiçbir ortak yanım olmamasına rağmen, bence çok güçlü. Onların nasıl yiyip içtikleri, uyudukları, ya da sürekli kafa çektikleri beni ilgilendirmiyor. Bunlara aldırmıyorum. Buna rağmen kendimi onlara öylesine yakın hissediyorum ki, seçme şansım olsa, yerde yatmak, bütün ömrüm boyuna orada kalmak ve her gün sarhoş olmak pahasına, bir Ozu ailesinde yaşamayı, bir gün bile Henri Fonda’nın oğlu olmaya tercih ederdim. Amerikan filmlerinde hep aynı babalar, aileler, oğullar ve kızlar var, bazı düşünceleri sergilemek için hep insanları kullanıyorlar. Bunları izlerken hiçbir zaman her şeyi olduklarından farklı düşleyemedim.

Hatta hayran olduğum filmlerde, örneğin John Ford’unkilerde bile daralma korkusuna kapılıyorum, çünkü analar, babalar çok keskin hatlı çiziliyor, hepsi aynı biçimde bağımlı. Buna karşılık Ozu’nun filmlerinde herkes rahat soluk alabilir, çünkü onun bütün filmleri ailelerin çözülmesini gösterir. Her şey çözülüp dağılmaktadır ve bir sorumluluk duygusu vardır, ama herkes kendi başına bir değer taşır. Belki şu söylediklerim saçma gelebilir; herkesin bildiği bir kapitalizm vardır –burada insanlar çalışır ve sömürülürler. Ama bir de insanlar arası ilişkilerde işçi-patron bağıntısından uzak bir kapitalizm daha vardır. Kadınlarla erkekler arasında olsun, babalar ve oğullar arasında olsun. Belki Amerikan filmlerindeki Amerikan ailelerini gördüğüm zaman bu yüzden boğulur gibi oluyorum.” (Wim Wenders).

Sinemayı ya da hikâyeyi genel olarak düşünelim. İsterseniz romanı da diyebiliriz. Belli bir hedef koyulmuş, rekabet içinde ve birbirini eze eze mücadele eden insanlar, hedefe doğru koşar adımla giden bir protagonist, art arda gelişen olaylar…

İnsan böyle bir hikâyeyi niye okur, niye böyle bir filmi seyreder? Elin adamının iç dünyasız bir şekilde muhteşem başarılara erişmek için elin adamlarını ezmesini, öldürmesini, yerin dibine geçirmesini insan niye seyretsin ki? Neredeyse bir makine dakikliğinde hesaplar yaparak, bir sürü eyleme girişmesi, biraz aksilik çıkması, aptalca bir iyi kötü, beyaz siyah karşıtlığı, güçlü muktedir ve sessiz çoğunluğu her zaman sessiz kılarak onlar adına muktedir kötüyü alt etmesi, bu hikâyenin neresi özgün ki? Bu hikâyeye tempo kazandırmak, çoğunluğu ruhsuz hale getirmek, iç dünyanın sarsıntılarını silahların, şiddetin, cinselliğin çiğ görüntülerinin altında yok saymak… Olaylar olaylar olaylar, ruhsuz olaylar ve sorgulanmamış hedefler… İnsan ruhunun iç sıkıntılarının yanı sıra, anlam aranışının, içinin en derinlerinden gelen niçin sorunlarını tümden yadsıyıp yüzeysel gerekçelerle dişlilerin arasında yok edilmiş anlam, değer, felsefe, estetik… Bütün bunları yok saymaya değer mi?

Giderek bilgisayar oyunlarının ve reklâmın yörüngesi bütün bu anlamsız olay dizgesi üzerine yığılı her şeyi basitleştiren, belirli bir hedefe ulaşmak için insan ruhunun ve zihninin ürettiği bütün sorunları yok sayan yaklaşım ve bunların ticari bir metaya indirgenebilir filmleri…

İnsan kendini aramak yerine “bir sahte kurtarıcının kanlı mücadelesine” niye heyecanla bakar ki…

Şurası bir gerçek, Amerikan filmleri genel olarak kendi temposu içinde, hayatın asıl anlatılması gereken yönlerini yok sayıyor. Bu nedenle taksiciye verilen paranın üstünü almaya vakti yoktur, ama aynı zamanda ulaşmaya çalıştığı hedefinde “manevi bir karşılığı yoktur”, üstüne titrediği yücelerin ise bir anlamı yoktur.

Burada kritik soru şurada yatıyor: insan bu filmleri seyrederken, Amerika’da niye yaşamak ister, niye koşarak gidip McDonalds’ta hamburger yemek ister, ya da arabayla hız yapmak için neden tutkuyla koca götlü bir araba almak ister? İnsan niye illa da bir jeep’im olsun hayali kurar ki? Güce aç olmak, muktedir olmak için çırpınmak, ahlaki ve insani değersizliğinin üstünü örtmek, peki insan niçin anlam aranışından kaçar ki?

Hayatımızın taşıdığı boşluğu kapatmak için, niçin sonsuz yalanları üst üste dizerek, kendine “abes hedefler” bulma yarışının nedeni nedir? Niye hayatı yaşamak yerine insan kurtarıcı bekler? Niçin ekseriyetle şeyhler uçmaz, müritleri uçurur?

İnsan niçin fallusosentrik bakışı yücelten filmler karşısında aşırı tatminler yaşayıp, kendi sevgisizliğinden oluşmuş iktidara müptela olur, insan niçin karizmatik lidere tapınmaktan haz duyar? Yüzünden ikiyüzlülük ve yetersizlik akan insanlarda “iktidarın gölgesini görmek için” insan kendine niye yalan söyler?

Niçin, insan tartışmanın en kritik yerinde, art arda yalan söylemeye başlar? İnsan niçin kendi içinde duyumsadığı gerçeğe yaklaştığı anda direnç mekanizması geliştirir, itinayla yakınlaşmakta olduğundan korkar, kendinden yüz çevirir? İnsan niçin bir süre sonra kendisine de anlamsız gelecek yüceler ve ulular için diğerlerine saldırır?

İnsan niçin sahte hedeflere ulaşmak için aklını hedefinin kölesi haline getirir?

Bir hedef koyup başardığında, başaramamaktan daha çok boşluğa insanın düşmesi nedendir, niye daha trajik sonuçlar doğurur?

Özgürlük korkusunun bu kadar baskın olmasının nedeni nedir?

Niçin özgürlük isteği güçlü bir korku nedenidir?

Niçin insan olanakların bolluğunda ne yapacağını düşünürken daha çok bocalar ve manen yorulur?

Hayatımız ve sanat eserlerimiz için, illa da piyasa da başarı elde etmeyi düşünen insanlar, piyasadan kafasına ağırlığınca dolarlar üşüştüğünde, niye illa da değersiz ödüllerin eksikliğinden daha çok saldırganlaşır?

İktidar olan insan, özellikle iktidarının soyuna geçmesi için, hatta ardılını belirlemek için çırpınır?

İnsan niye gücün gölgesine âşık olur?

Hiçbir zaman muktedir olamayacağı için mi? İktidar her zaman iktidardakine ne kadar muktedir olmadığını açıkça gösterdiği için midir ki iktidardakiler özellikle saldırganlaşır?

Niçin, iktidara gelenin geçmişe saldırması, geleceğe dair belirsiz vaatler vermesi, iktidarda vadesi uzadıkça, erişilmezlik hissiyle yaptıklarından ve yapacaklarından daha çok ötekilerinin acizliği üzerine konuşması genel bir durumdur?

Hiçbir insan mükemmel olmadığı için, iktidardakinin mükemmel görünmek için, kendine daha çok makyaj yapması niçin sürekli yeni hastalıklar üretir? Örneğin, iktidardakine özel payeler vermek, seçkinleştirmek niçin halkın arasında baskın bir eğilimdir?

Sanat niçin yenilginin başladığı yerde başlar? Niye sorgulamanın berraklığı, anlamın yakınlaştığı yer, yenilginin ve itirafın anına yaklaşır?

Muktedirin gücü, iktidarın yalanı aynı madalyonun niçin parçalarıdır? İnsan muhtemelen en büyük yalanları kendini en muktedir hissederken söylüyordur, belki de. Belki de bu yüzden, insan ötekinin yüzünü kendi konumunu kaybettiğinde, gücünü yitirdiğinde hissediyordur. Ama sahte kurtarıcılara sığınmayacak kadar güçlü, yalanlara ihtiyaç duymayacak kadar dürüst, yıkıntıların içinde hayallere dalmayacak kadar gerçekçi, ötekine karşı gücü ve üstünlüğü ölçüsünde rekabetten başka hiçbir özgün kendi içinde bir tanım alanı aramayacak kadar “derya içinde olup derya nedir bilmemek” durumu arasındaki çatışmadan kaynaklanabilir mi bütün bunlar?

Kolektif arketipler, kolektif yalanlarımızla besleniyor, en muktedirler, en büyük halk destekleri, en sistematik yalan mekanizmalarından türüyor, kolektif yetersizliğimizi, genelleşmiş aptallığımızla kapatmakla çabalamamızın nedeni nedir?

İnsan muhtemelen en fazla titrine en yetersiz olduğu anda ihtiyaç duyuyor.